18 Şubat 2011 Cuma

Biçimin Politik Cehennemi / Devrimci İmkânları - Osman Çakmakçı

BİÇİMİN POLİTİK CEHENNEMİ
Ezelden beri tartışılır durur: Biçim mi, yoksa öz yani içerik mi? Daha önce söyleyenler de olmuştu da ben de bir kez daha söyleyeyim: ne biçim, ne de içerik, ama biçim ile içeriğin diyalektik birlikteliği, uyumu, iç içe geçmişliği. Bu konuyu niye yeniden tartışmaya açıyoruz? Şundan: Entelektüel, gerçek anlamda içeriği olan tartışmalardan maalesef yoksun olan ülkemizin edebiyat ve sanat ortamı, kendi tembelliğinden de kaynaklandığı üzere, ayrıca kendine ve dünyaya karşı eleştirel bir bakış da geliştiremediğinden, hatta böyle bir derdi de olmadığı için, çağının koşullarını deşifre ederek çağın kendisine dayattığı sınırlamaları aşamıyor da ondan. Kim kime dum duma. Öyle bir curcuna ki insanın hüzünle gülesi geliyor. Yazarlar ve şairler ve dahi belki sanatçılar sanki bir boş zaman işi gibi yapıyorlar işlerini; adanmışlık yok, bir araya gelişleri de ev kadınlarının altın günlerine benziyor: Bak ben şunu yaptın, sen ne yaptın? vs vs. Böyle bir görüntü karşısında öfkeye kapılmamak mümkün değil. Hadi, neyse, kendi kendilerine oyalansınlar diyemiyor insan, çünkü bu sözünü ettiğim cinste sanatçılar, belki de sanatçı yokluğundan, ne de olsa toplum ve sosyete dekoratif amaçlarla da olsa sanatçıya ihtiyaç duyduğundan, sanatsal ortamı etkileyip kirletiyorlar, gerçek sanatın ve sanatçıların önünü kapatıyorlar. Ama nasılsa bir gün bir koçbaşı gelip korunaklı duvarlarını…

HER ŞEY BİR ÖRNEK Mİ?

Şunu açıkça hemen, hiç de gocunmadan çok rahatlıkla söyleyebilirim: Sanat ve edebiyat tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar işlevsizleştirilmiştir bugün. Adorno yıllar önce söylemişti: Kültür endüstrisi sanatı (ve hatta edebiyatı) metalaştırıp kendi hizmetine koştu. Popüler kültür dediğimiz egemen liberal küresel kapitalizmin yönlendirip belirlediği kültürün her yanda egemenliğini ilan ettiği, sanki dünyada her şey bir örnekmiş gibi Doğu ile Batı’yı, Kuzey ile Güney’i, Okyanusya ile Kutuplar’ı aynılaştırmayı kafasına koyduğu, sanki örneğin Batı’daki sorunlarla Doğu’nun sorunları aynıymış gibi gösterdiği, böylelikle de ezilenlerin ıstırabının üzerini kendi ‘cool’ örtüsüyle örttüğü bir dünyadayız artık. (Bir ara Hint ya da Uzakdoğulu yazarların Avrupa ve Amerika’da ne denli gündeme gelip popülerleştirildiğini, ilginç bir nesne haline getirildiklerini düşünürseniz bunu çok daha iyi anlarsınız, ben de anlarım. Onların yazdıkları artık refahın yarattığı tekdüzelik içinde kendilerine yeni ilginç şeyler arayan Batılılar için ilginç ve meraklı ve hatta belki de inanılması güç fantastik gerçeklikler olarak görülebilirdi ancak. Buna Afgan yazar Hanif Kureishi gibi duruma seve seve boyun eğen çok-satar yazarları düşündüğünüzde hayıflanmamak mümkün değil.) Peki böyle bir durumda, her şeyin aynılaştırıldığı bir cehennemde kendi yaşadıklarının, başına gelenlerin hakikiliğine inanan, kendini yaşamının kendisine getirdiklerine hilafsız adayan hakiki olduklarını önceden kabullenmekten başka çare bulamadığımız yazarların durumu ne olacak? Artık kimse kendi otantik yaşantısını, kader diye bellediğini, çektiği ıstırabı, popüler kültürün ve edebiyat sektörünün kendisine dayattığı üslubun ve var olma biçimlerinin dışına çıkarak dışa vuramayacak mı? Elbette ki, yazı bir yerden patlar ve kurulu ve verili düzeni darmaduman eder. Eder de bu şu anda dünya tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar büyük bir sıkıntı ve baskıyla karşı karşıya olunduğu gerçeğini değiştirmez. Şu an dediği şimdide karşı karşıya olduğumuz en büyük sıkıntı her yazarın kendisi demek olması gerek ve bir zamanlar öyle de olan üslubun aynılaştırılmasıdır. Daha önce de birçok yazımda belirtmiştim: Kapitalizmin meta sanatı olan moda ve medya, sanatsal biçim ve üslupların neredeyse hepsini kapsadı, içselleştirip kendi hizmetine koştu. Artık moda ve medya, neredeyse sanatın merkez üssü oldu. Ama hangi sanatın? Kapitalizm tarafından kapılmış-sanatın. Sanat kendini kapitalizme ve tüketim sistemine maalesef kaptırdı. Kaptırılan şey lirik sanatın neredeyse mızmızlığa varan duyarlığı, ya da zekice buluşlara dayanan zekâsı değil sadece, aynı zamanda sanatın olmazsa olmaz var oluş koşulu olan biçimi ve hatta yapısı da kaptırıldı. Sanat bunu asla kabullenmez ve bu durumu aşmanın, kapitalizmin kafasını karıştırmanın bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bunu yapan sanata da işte o zaman devrimci sanat denecektir. Bu sanat devrimci sanatın kendisi olacaktır.
80 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
Bu devrimci sanat da ancak ve ancak uyanık bir eleştirel bakışın süzgecinden geçmiş biçim-içerik diyalektiğinin uyanıklığından fışkıracaktır. Peki şu an dediğimiz şimdi de böyle bir fışkırmanın emarelerini görebiliyor muyuz? Kesin olarak hayır. Peki görür müyüz? Kesin olarak evet. Zira kapatılmaya, engellenmeye, kıstırılmaya her zaman başkaldıran insanın yegâne kendini ifade etme biçimi olan sanat kendisini saran bu buz gibi soğuk duvarları yakıp yıkacaktır. Şunu bir kez daha söyleyeyim: Biçim yeni olmaya çabalarken içerik eskiyse, ya da içerik yeni olmaya çabalarken biçimin vadesi dolmuş ve deşifre edilmiş ele geçirilmişse yeni ve devrimci bir sanat yapılamaz. Sadece ülkemizin değil bütün bir dünyanın sorunu olan sanatta kıstırılmış olma duygusu ancak ve ancak çok uyanık ve hatta kurnazca bir eleştirel bakışı gerektirmektedir. Bu da ancak içinde yaşadığımız çağı, dünyayı ve toplumu çok iyi analiz etmek ve onu ilmeğini sökmekle olur. Bu bizim ülkemizde çoğu zaman yapılamadı, bugün hiç yapılamıyor; Batı’da Dada ve Gerçeküstücülük gibi 20. yüzyıl başı sanat akımlarıyla yapılmıştı, ama bugün orada da yapılamıyor. Eğer sanatınızın içinde yaşadığınız toplumun koşullarıyla organik bir bağı yoksa, ondan etkilenmiyor ya da ona karşı bir tepkiden doğmuyorsa bu sanat yapay olmaya mahkûmdur. Tıpkı 80 sonrası Türk şiiri gibi. (Bunu gelecek yazımda ayrıntılarıyla anlatacağım. Hilmi Yavuz’un muhafazakâr ve hatta gerici biçiminin nasıl gerici ve kopuk bir şiire yol açtığına dikkatinizi çekmekle yetineyim şimdilik.) Üzerinde ayrıntılarıyla konuşulması, çözümlenmesi ve mahkûm edilmesi gereken bir dönemdir 80’li yıllar ve onun sanatı. Günümüzde yeni şiiri hedefleyen girişimler görülüyor mu peki? Evet. Ama şimdilik sadece bir kişi tarafından. O da Ahmet Güntan şiiridir. Ahmet Güntan sadece Türkiye sınırları içinde anlamını ve bağlamını bulan bir şiir yazmıyor, onun şiiri dünya çapında bir öneridir. (Üzerinde ayrıntılarıyla duracağım.) Heves, Ücra gibi biçimi devrimci bir bakış açısıyla ele almaya çalışan (Ücra’yı henüz pek anlayamıyorum) girişimler de olmuyor değil. Ama bunların da ince elenip sık dokunması gerekiyor. Yazının sonuna geldik, ama biçimin politikası üzerine birkaç sözden fazlasını söyleyemedik. Ama şunu net olarak belirteyim: Biçim devrimci olacak ki ona uygun öz kendini görünür kılabilsin. Haftaya devam edeceğim.
Osman Çakmakçı, 12 Ocak 2010, Birgün.


BİÇİMİN DEVRİMCİ İMKÂNLARI
Geçen yazıyı “Haftaya devam edeceğiz,” diye bitirmiştim, ondan bu yana tam dört hafta geçti, biraz rahatsızlandım, biraz da zihinsel olarak yorgun düşmüştüm. Böyle bir durumda insan çalakalem, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yazacağına hiç yazmamalı daha iyi. Ben de öyle yaptım. Yazmadım. Şimdi ise kaldığımız yerden devam edebilecek durumundayım artık.
Çok önemli bir sanatsal meseleye giriş yapmıştık geçen yazımızda. Bu sanat ve edebiyat tarihinin en kadim, fakat gene de üzerinde anlaşılamamış, tam bir çözüme ulaşılamayan meselelerinden biridir. Biçim-öz ilişkisi/diyalektiği. Bu konu üzerinde sayısız yazı yazılmıştır elbet, ama gene de her sanatçı bu meseleyi kendisi çözmelidir, zira her yeni sanatsal girişim ve ürün (diyelim yazılan bir şiir, yapılan br resim, bestelenen müzik eseri vs.) kendi meselelerini beraberinde getirir, zira her bir sanatsal girişim aslında (belli bir geleneğin içinde yer almasına karşın) yepyenidir, dolayısıyla karşılaştığı sorunlar da yepyenidir. Her seferinde yeniden çözümlenmesi gerekir. Bunu yapabilmek için de sanat eserine onu yarattığınız anda bile belli bir mesafeden, soğukkanlı ve eleştirel bakabilmeniz, bir yandan spontane olmanız gerekirken, bir yandan da kontrollü olmanız gerekir. Sanat aslında bir batında mükemmelen doğurmaktır. Bunun için de kendi kendinizin ebesi olmanız gerekir. Doğuran da doğurtan da sizsinizdir.
ÂSÂSININ UCUYLA GÖREN BİR KÖR
Meseleye şiir açısından yaklaştığımızda, özellikle ülkemizde, bu sorunun üzerinde günümüzde dahi yeterince ciddi ve yoğun biçimde düşünülmediğini ileri sürmek pek de haksızlık etmek sayılmaz. Peki hiç düşünüldüğü olmuş muydu ki? 2000’lerle birlikte özellikle gençlerin şiirde deneysel ve biçimsel arayışlara daha pek yoğun bir biçimde yöneldikleri söylenebilir, ama bu arayışlar belli bir düşünsel ve poetik programın sonucu mudur, yoksa daha çok tesadüflere dayalı, rastgele ve hatta körü körüne midirler? Şiir öyle bir sanatsal alandır ki, hem gözü kapalı ilerleyeceksiniz, hem de nereye ilerlediğinizi bileceksiniz.
Asasının ucuyla gören bir kör gibi. Şairin şiir yazarken (ben şiirin yazılamayacağına, ama ancak şiirin şair aracılığıyla kendini yazdığına inananlardanım; bu mistik ve hatta doğaüstü (sanki şiir doğal bir şeymiş gibi) bir görüş olarak değerlendirilebilir ilk bakışta, ama kesinlikle rastgelelikten, programsızlıktan ve en önemlsi de felsefeden ırak değildir) kendi kendisine sorması ve yine kendi kendisine kendi cevaplarıyla cevaplaması gereken sorular vardır. Öncelikle şair nasıl bir çağda yaşadığını çok iyi çözümlemeli, çağa karşı bir tavır geliştirmeli ve şiirini ileride bir poetika haline dönüşecek olan bu tavrın doğrultusunda yazmalıdır. Eğer bir şair yazdığı şiirin hesabını veremiyorsa ne yazdığını, nasıl yazdığını ve niçin yazdığını bilmiyor, belli bir şiirsel bilinçle yazmıyor, ama aslında tesadüfen ve keyfi yazıyor demektir. Oysa içinde yaşanılan çağla (ve dolayısıyla önce toplumla, sonra dünyayla) anlaşılır bir ilişki içinde olmayan, hatta böyle bir ilişki kurmanın gerekliliğinin bile farkında bulunmayan bir şiir, yalnızca ve ancak kadük olabilir. Asla sanat eseri olmaz. Şiir dağların zirvesindedir, eteklerde dolaşanlar müsvette ve imitasyondur, yok, müsvette ve imitasyon bile bir bilinç ve çaba gerektirir, benim sözünü ettiğim sorunlara uyanık olmadan şiir yazdım sananlar sadece çöp ve pislik üretirler. Günümüzde son 40 yıldır olduğu gibi bol miktarda çöp ve pislik üretilmektedir.
Batı’ya baktığımda, öyle hissediyorum ki, bizden çok daha reel bir dünyada yaşamışlar ve yaşıyorlar. Biz Batı’nın doğusunda, Doğu’nun batısında yer alanlar ise daha çok perspektiften yoksun minyatür benzeri bir dünyada yaşamışız. Şimdilerde bu biraz değişiyor gibi. Perspektif dediğimiz, üç boyuttur, derinliktir. Perspektiften felsefe çıkar, boyutsuzluktan ise dogma. Perspektiften gerçeklere dayalı kavramlar çıkar, boyutsuzluktan ise önyargı ve klişe. Perspektifte hayata dokunursunuz, boyutsuzlukta onun siluetine. Bu böyle sürer gider. Niye söyledim bunları? Şunun için: Başka alanlarda olduğu gibi sanatsal ve düşünsel alanlarda da Batı kendi yaşamının getirdiklerine karşı daha duyarlı olmuş, bu duyarlılığa dayanan bir eleştirel bakışla görüş açıları geliştirmiş, doğru ya da yanlış ama tepkiler vermiştir. Müdahale etmiştir. Biz böyle bir davranış silsilesinden yoksunuz. Zira böyle bir silsilenin temelinde gerçekliği mümkün olduğunca geniş bir biçimde kapsayıp kavrayan felsefe vardır. Bizde ise felsefe yoktur. Daha çok akıl yürütme, sanılarda bulunma ve komplo teorileri vardır. Biz üretmeyiz, ama hakkında konuşuruz. Yaratmayız, ama lafını ederiz.
ŞİİR, YEGÂNE HAKİKAT
İçeriksiz biçim boştur; biçimsiz içerik ise vücut bulmamıştır, var olamaz. Ama ne var ki, yeni bir öz, demek içerik, yoksa eğer, bunun koşulları oluşmamışsa, bulunmuyorsa, yeni biçimsel arayışlar da birer fantezi olmaktan öteye gidemez. Demek ki önce öz yeni olacak, şair ya da sanatçı yeni bir özle karşı karşıya kalmış ve eski yıpranmış biçimlerle bunu ifade etmekte zorlanıyor olacak; eski biçim yeni özü dışa vuramıyor olacak. Önce bu olacak ki, daha sonraki biçimsel arayışlar anlam kazansın; kalem oynatmaktan öte bir anlamı olsun. Ben öz’e anlam da derim. Anlamın da görünür olabilmesi için kendi formunu bulması gerek.
Peki günümüzde ülkemizde, bizim toplumumuzda yeni içeriklerin ortaya çıkmasına neden olabilecek koşullar bulunuyor mu? Var mı bu koşullar? Olmaz olur mu? Hem de her zamankinden daha çok. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir, şiir ya da sanat kendi geleneği ve macerası içinde de tıkanabilir. Bu daha çok şiir içi bir mesele olsa da geçerlidir. Şiirin kendi geleneği içinde tıkandığı noktaya gelinmiştir. Hem bu yalnızca ülkemiz şiiri için değil, bütün dünya şiiri için de geçerlidir. Şiir öyle bir tıkanma yaşıyor ki neredeyse yok olacak; kapitalizm ve onunla birlikte burjuvazi de bir yerlerine kına yakacak. Zira şiir yegâne hakikat işaretlerinden biridir ve kapitalizm hakikatten hoşlanmaz, hayal dünyasını yeğler, uyutmak için. Ama şu da var: şiir her ne zaman sıkıştırılmışsa patlamıştır. Şimdilerde de patlaması beklenir.
Daha henüz konuya giremedik, dolayısıyla yazı tamamlanmadı. Haftaya devam edeceğiz.
Osman Çakmakçı, 16 Şubat 2010, Birgün.