19 Kasım 2011 Cumartesi

Yücel Kayıran’ın Hesap Hatası* / Ali Özgür Özkarcı

Yücel Kayıran, Radikal Kitap’ın 4 Kasım 2011 tarihli 555. sayısında Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham kitabının üzerinden birtakım değinilerde bulunmuş. İlk önermesi, Parçalı Ham’ın Efe Murad’ın H’aki Atak ve Sistem kitapları dolayımında Enis Batur’un Opera kitabının olanaklarından yararlandığı yönünde. Bakalım, gerçekten de öyle miymiş?

Opera, 80 sonrasının kült metinlerinden biri, tipik bir Büyük Modern anlatı. Büyük-Tarih anlatısı değil, mikro-tarih anlatısı. İçinde İkinci Yeni de var, İsmet Özel de. Özel, hırçınlığıyla, kollarında parti pazubentiyle, “kent” şiirini ve Attilâ İlhan “flaneur”lüğünü dönüştürürken dönemin ruhunu yansıtmıştı. Batur ise Özel’in tam tersi bir yerden; 48 Manifestosu’nu saf kitap olarak görerek, 90’lardaki bütünlük ideolojilerinin bittiği zannıyla, karşımıza “küçük anlatı-küçük tarih” anlatımıyla çıktı. Şüphesiz ki bu da çağın ruhuna epey uygundu. Hem ulusallık yergisi hem de “devlet baba” karşıtlığı bağlamında, kendine kadar gelen çizgiyi Opera ile dönüştürdü. Turgut Uyar “Bir Kantar Memuru İçin İncil” gibi şiirlerinde yahut Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda kurguladığı, İncil’den, Tevrat’tan çıkardığı retorik ve söylev gücüyle yeni bir imkân açmıştı. (Bu kanaldan ayrıca İsmet Özel’in şiir dili de beslenmiştir). Opera da buradan imgeci mikro-kozmos şiirini çıkarır. Opera’nın kutsal kitap retoriğine yatkın dilinin, mikro-tarih anlatısıyla başka bir yöne kaydığını söyleyebiliriz. Opera, yayımlanışından geriye, son 40 yıllık Modern Türk şiiri macerasını toplayabilmiş “cins” bir kitap. Ama her açıdan, modernizm tarihindeki o büyük ve tek olan “Kitap”a ulaşma itkisinin dışında değil. 80 sonrasının “yüce” modernizm külliyatını Enis Batur’un dirilttiğini anımsarsak, durumu daha iyi anlarız. Ahmet Güntan ise “Hangi modern?” sorusuyla, bu büyük “Kitap” yalnızlığını I. Modern olarak adlandırdı ve I. Modern’in şekil değiştirerek süregiden bir Mallarmé moderni olduğunu ileri sürdü. I. Modern’in (Mallarmé, Valery, Haşim vb) rüya dilinin kendi dönemi için önemli olduğunu ama hedeflediği Büyük İma’nın bugün büyük bir ideolojik aygıt olduğunu savundu, karşısına, Türkiye’de 2000’lerde başladığını vurgulayarak, Büyük İma’dan çıkmak, sert somuta dokunmak isteyen II. Modern’i (Pound, Ferlinghetti vb) koydu. Enis Batur İkinci Yeni şiir deneyiminin üzerinden giderken, Ahmet Güntan İkinci Yeni’nin getirdiği anlam genişlemesinin artık hayatta karşılığının bulunduğunu söylüyor. Ayrıca, Güntan şiiri mikro-tarih anlatısıyla konuşmaz, tam aksine, iki kekliği anlattığı şiirinde olduğu gibi “sıradan” olanı anlatmayı yeğler. Somuta bakar. Şiirde “göz” uzvunu meşrulaştırır. Dışarı çıkar, bakar, şiiri öyle kurar. Bu durumu, Kayıran gibi, “Parçalı Ham kırk parçadan oluşuyor, aynı formatta kırk parça daha yazılır” diye yorumlamak, “Memleketimden İnsan Manzaraları yüz sayfa daha devam edebilirdi” demek gibi bir şeydir, boş laftır, “teknik”ten bihaber olmayı gerektirir. Güntan, II. Modern olarak adlandırdığı bölgenin şiirini arıyor. Parçalı Ham’ın, I. Modern’in son 40 yıllık şiir deneyimini sentezleyen Opera’nın “uc”u olarak yorumlanması çok ilginç. Kayıran’ın her iki kitabın poetik olarak tam ters istikamete yöneldiğini anlayamaması düşündürücü.

Gelelim Kayıran’ın Parçalı Ham’ın uluslararasılaşmış steril dünyanın şiiri olduğuna dair önermesine. “Ontik” şiir de böylece devrimci oluyor herhalde. Son 50 yıldır imaj çağı bütün sanat disiplinlerini etkiliyor, TV dili buradan çıkıyor, tüketim toplumu bunun üzerine şekilleniyor. Ama Güntan’ın “somutluk” önerisi, nedense, uluslararası iktidarla elele olabiliyor. Asıl uluslararasılaşan şiir, müphemliktir. Bunu tersine çevirmeye gayret gösteren güçlü bir dalga vardır, ancak bugün Kayıran’ın içinden geldiği imgeci-tinsellik egemendir. Bugünün görsel temaşa evreninde, imgeci şiir yazmak uluslararasılaşmış dile yakın durmaktır. Her şeyin kodlardan ibaret olduğu bu dünya, imge ve İma üzerine kuruludur. Kayıran’ın dil sürçmesi tam burada. Bir kere “ontik” şiir, her şeyi; ifadeyi, dili şiirin “geleneksel” ölçütlerinden kavrıyor. Yani lirik-imgeci yahut mistik şiirin kanon halini önemsiyor. Bu nedenle de Kayıran şiiri dünyadaki genel eğilimle bitişiktir. Kayıran, bu gelenek içinde kendisine ayrı bir parantez açmak için, “ontik” adlandırmasını bulmuşa benziyor. “Ontik” şiir, kent dışı bir noktaya gelmeye çalışıyor. Romantik bir açı yakalıyor, (“Devrimci” romantik değil sadece romantik) Ama geldiği yerde, nerdeyse son kırk yılın kültü olan “derin şahsiyet, bilge kişilik, güçlü adam” sarmalında ifade olanağı buluyor. Kayıran, çoğunlukla ideolojiyi belli edecek “gerçekçilik” araçlarını değil, müphemi önemsiyor. Buradan da şiirlerindeki “ideolojiyi” görmemizi istiyor. Kusura bakmasın, bir şey göremiyoruz. Kayıran’ın biçimsel arayışlardan yoksun olması da cabası. Ayrıca Kayıran’ın şiirlerinde yeni bir persona da yoktur. (Personası olanları da, Haydar Ergülen örneğinde olduğu gibi, iktidar istemekle suçlamıştı.)

Son olarak, yazıdaki bir hesap hatasına değinmek gerek. Yücel Kayıran’ın Kritiğin Toprağında kitabında, Opera ile ilgili şu ifadelere rastlıyoruz: “Enis Batur’un asıl atılımı ve buluşu Opera’yla değil, Gri Divan ile ortaya çıkar.” (s. 117-118). Madem Opera değil de, Gri Divan önemliydi, bu yaygara niye? Asıl buluş ve olanaklar Opera’da yoksa, nasıl bugünü belirliyor? Keşke Kayıran’ın kafa karışıklığı sadece bundan ibaret olsa. Kayıran, son 10 yılda olanlardan o kadar bihaber ki, merkeze oturttuğu Efe Murad’ın Haki Atak kitabının tarihini 2005 olarak gösterebiliyor. Oysa kitabın tarihi 2008, yani Güntan’ın manifestosundan sonradır. Her sabah başka bir taktiğe bürünmek zor olmalı. Kayıran’ın bu seferki taktiği belli: Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını Efe Murad’a, Efe Murad’ın girişimini de Enis Batur’a dayandıracak, suyun başındaki kitap da bizzat Kayıran’ın görece önemsiz atfettiği bir Enis Batur kitabı olacak. Bu arada, Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını önceki şiirlerinden tam bir kopuş olarak niteleyerek, Parçalı Ham’ı sadece bu sözde poetik silsile ile ıskartaya alacak. Her şeyden önce, Güntan’ın İlk Kan (1984) kitabındaki son şiirin son dizesine baksaydı, pekâlâ Güntan’ın bugün geldiği noktanın, organik bir yer olduğunu görebilirdi. Ne diyordu Güntan, İlk Kan’da: “Evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin!” Ahmet Güntan’ın iddiasını Toplu Şiirler’inden yalıtmak kadar, “50 yaşında bir manifesto kaleme alması, biraz tuhaf[tır]” deyip sorgulamak da gerçekten “tuhaf”. Modern Türk şiirinde kararları Yücel Kayıran mı alıyor? Kayıran kendine güvensizliğinden olsa gerek, bunca zayıf bir yazıya cevap verme ihtimali olanlara da “mürit” deyip, aklınca ringe çıkmamayı garantilemek istemiş. Kayıran fütursuz bir biçimde “Steril Edebiyat Cumhuriyeti”ne esas duruşta bulunuyor. Hem Altın Portakal’lısın, hem Radikal’li, hem Birikim’lisin hem de Hürriyet Gösteri’desin. Sonra çıkıp “Oralarda bir iktidar mı var?” diyeceksin. Ne âlâ memleket! Poetik Anlayış Topluluğu (PAT) tanımlamasına da gelelim. Dada, Sürrealistler, Rus Biçimcileri, İkinci Yeni vesaire. Bunlar nedir? PAT’a ilk kez mi tanık oluyor Kayıran? İkinci Yeni’yi alalım mesela, bir örnek şiir yazmamışlardır ama ortak kesenler vardır yazdıkları şiirde, bu da onları PAT yapar. Kayıran’ın önerdiği yeni bir şey yok. Kayıran, şairin “ucube özerklik” sevdasına gönül koyduğu için “topluluklar”dan filan anlamaz. Sakın bu hezeyan Yücel Kayıran’ın şiiriyle getirdiği teklifin, bu topluluklar tarafından kabul görmemesinden olmasın. Şurası kesindir, Kayıran bu çelişkilerle dolu yazısıyla “işini bilmeyen kasap”lığa terfi etmiştir. Hayırlı olsun.


*Bu yazı, 16 Kasım 2011 Tarihli BirGün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Nisan 2011 Pazar

ERHAN ALTAN’LA SOMUT ŞİİRDE DEFORMASYONUN İŞLEVİ ÜZERİNE BİR KONUŞMA

Somut şiirdeki deformatif özelliklerin kazanımları, tüm edebiyata, diğer türlere yayılabilen bir zihniyet yenilenmesi sağlayabilir mi?

Somut şiir, dilin somut, yani maddesel yanını öne çıkarttığı, yani sözcükleri seslere veya harflere dağıttığı için böyle olmayan bir şiire göre daha deformatif bir görünüm arz ediyor ama bu böyle olmak zorunda değil. Heimrad Bäcker örneğine baktığımızda somut şiirin tam tersine klişeleri çözücü yanıyla daha önce gerçekleştirilmiş ve klişe halini almış deformasyonu ortadan kaldırıcı bir işlev içinde de olabildiği görülüyor. Ama daha ileri gidilerek deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir. Ancak somut şiir, belli dilsel ve edebi kullanımlara karşı çıkışı ile en az tüm diğer akımlar kadar deformatif tabii ki.

Somut şiirin kazanımlarının tüm edebiyata yayılmasından önce dilin kendisine yayıldığını görülüyor. Somut kullanım içermeyen bir reklama rastlamak zor hale geldi, büyük insan kitlelerinin bulunduğu havaalanı, gar gibi yerlerde kullanılan işaret dili (gate/peron levhaları, tarifeler vs.) hep somut şiirin türevleri. Gündelik yaşamda, zaman kısıtının olduğu yerlerde bu tür kullanımlar yaygınlaşıyor. Dolayısıyla denilebilir ki, Eugen Gomringer’in, somut şiirin gittikçe rasyonelleşen bir dünyaya uygun bir kullanım olduğu öngörüsü tutmuş görünüyor. Türkiye’de ise kendi edebiyat geleneğine dair öyle “koruyucu” ve kendini dışarıdan gelecek etkilere karşı sürekli uyararak “kendi” kalmaya çabalayan bir tutum vardı ki, şiir bu gelişimleri genelde sadece seyretmekle yetinmek zorunda kaldı. Gerçeklik denen ele avuca sığmaz kurgu sürekli bir optimizasyonu gerekli kılıyor ve biz bu konudaki dilsel esnekliğimizi arttıracak her bilinçli deformasyona müteşekkir kalabiliriz.

“Deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir.” dediniz. Bu tespitinize katılmakla birlikte, mevcut şiirimizin (şüphesiz belli bir entelektüel seviyedeki şairler kapsamında konuşuyorum) “koruyucu” olmaktan çok yön tayini konusunda “kararsız” olduğu yorumuma ne dersiniz? Gomringer’in öngörüsüne de atıfta bulunarak düşünürsek, sizce Türk şiirinde cesaret sorunu yaşanıyor mu?

Bilemiyorum. Koruyucu ile kast ettiğim dönem 2000 öncesi son otuz yıldı. 2000’lerle birlikte birden buzların eridiği fark ediliyor ama bu bir kucaklaşma değil tabii ki. Otuz küsur yılık bir muhafazakârlığın etkisini bir çırpıda atmak olanaksız. Eski koşullandırmalar hepimizin içinde bir yerlerde duruyor. Diğer taraftan, yapılması gecikmiş bir sürü şey de diğer yanda duruyor. Buna son dönemde birden gelişen deneysel şiirin sevindirici çeşitliliğinin yol açabileceği şaşkınlığı da eklerseniz bahsettiğiniz yön yitimi kendiliğinden anlaşılır, hatta beklenilir bir durum olur. Bunun sonucunun da bazı şairlerde kararsızlık olarak ortaya çıkması son derece muhtemel bir durum. Buna karşın Ahmet Güntan’ın otuz yıllık birikimini bir kenara atıp yepyeni bir şiire yönelmesi umutlu olmamız gerektiğini gösteriyor. Deformasyon sanıldığının aksine sanatta/edebiyatta her dönem vardı. Denilebilir ki, eşik altı bir kıpırdanma her zaman mevcuttu. Modern dönemleri geleneksel dönemlerden ayıran deformasyonun varlığı değil miktarının artmasıydı. Bu sanata bakışta yapısal bir değişikliğe yol açmak zorundaydı, öyle de oldu. Uzlaşımın (konvansiyon) yüksek dozu demek olan düzeni yansıtan ve üreten geleneksel sanatın aksine modern sanat, meşruiyetini düzeni çoğu kez can alıcı yerinden deforme ederek/ettiği için elde etti. Bunu yol açan karmaşıklaşan ve akışkanlaşan yaşamın, artan bir biçimde esnek, sürekli oluş halindeki yapıları öne çıkarmaya başlamasıydı. Denilebilir ki, İkinci Yeni’ye kadar şiir anlaşılabilir, takip edilebilir bir çizgi üzerinde ilerledi. Şiirde bütün’ü İkinci Yeni imha etmişti ama buna rağmen şairler arasında en azından bu eylem temelinde bir birlik vardı. Oysa şimdiki durumda (ki bu İkinci Yeni’den bir sonraki aşama demek oluyor) artık çok soyut bir ortak paydaya sahip bir şiirle karşı karşıya geliyoruz. Bu yeni durum: daha otonom, bireysel bir ahlaka sahip kendi içinde tutarlı bir şiir. Eh bu ise gerçekten cesaret gerektiriyor.

Dilin hem akustik hem de optik işaretler kullandığını, somut şairin ise bu işaretleri “işaretlerin kendilerini ifade aracı” olarak da kullandığını biliyoruz. Sizin deyişinizle bu, “şiirin görsel ve işitsel sınırlarına doğru genişletilmesi“ni sağlayacaktır. Peki, size göre, bunun şiirde anlamın geliştirilmesi için ne gibi bir yararı olacaktır. Veya “anlamın geliştirilmesi” bir sorunsal olmaktan tamamen çıkarılmalı mıdır?

Yeri gelmişken söyleyeyim: Somut şiir başka, görsel ve işitsel şiirler başka şeyler. Her somut şiir görsel (veya işitsel) şiir olmak zorunda değil ve her görsel şiir de somut şiir olmak zorunda değil. Somut şiirin malzeme olarak bazen metnin kağıt üzerindeki görüntüsünü kullanıyor olması yanlışlıkla görsel şiir olarak anlaşılmasına yol açıyor. Temsil sözcüğü görsel/işitsel şiir ile somut şiiri birbirlerinden ayıran çizgiyi çiziyor. Buna veya “somut” olan ve olmayan görsel şiirleri birbirinden ayırıyor da diyebiliriz. Görsel, işitsel veya kalıpsal olabilen somut şiir, dilsel malzemeyi kullanır ancak bunu dilin içinde kalarak, dikkati dilin kendisine veya düşünme süreçlerine yönlendirerek yapar. Somut şiir temsil etmez, referanstan (gönderge) uzaklaşır. Dolayısıyla gönderge, görsel ve somut şiiri birbirinden ayıran ölçütü oluşturur. Örnek vermek gerekirse, Gerhard Rühm’ün yasakmeyve’deki söylesisinde belirttiği gibi, Reinhard Döhl’ün elma sözcüklerini elma görüntüsü verecek şekilde dizdiği şiiri, görsel şiirdir ama somut şiir değildir, çünkü eser elmanın temsil edilmesine yöneliktir, bundan bağımsız metinsel bir varlık içermemektedir. Anlam deyince ne anlıyoruz? Anlamayı mı, gerçekliğe göndermeyi mi, mesajı mı, kolay anlaşılırlığı mı? Bana herkes başka bir şeyi kastediyor ama sanki aynı şeyi anladığımızı zannederek konuşuyormuşuz gibi geliyor. Somut şiir her şeyden önce şiiri üretmeye ve alımlamaya yönelik elimizdeki teknik araçların artışı, yeni projeksiyon alanlarının doğuşu, dilsel ve şiirsel tazelenme olanağı ve anlamın ortaya çıkış koşularının da incelenmesi demek (Bu arada söylemek lazım: bu teknik araçlar aslında hep vardı, ama ara sıra bunu unutup tekrar anımsıyoruz). Böyle bakınca somut şiir anlam üretiminin ta kendisi gibi geliyor bana. Bu sınır ötelemesi, Heinz Gappmayr ve S.J. Schmidt’e göre poetik bir aydınlanma işlevi görür ancak böylesi bir aydınlanmanın sonuçlarının diğer şairlere nasıl etkidiği kolayca gösterilip kanıtlanacak bir olgu değil. Ama gittikçe hızlanan, akışkanlaşan, sivilleşen bir dünyanın yeni yapılara, yeni anlamlara gereksinim duyduğu aşikâr ve somut şiir de bu gereksinime verilmiş kocaman bir yanıt.

Rühm, sözünü ettiğiniz söyleşisinde kendi yöntemlerinden söz ederken “ilk yapılması gereken duyarlı bir biçimde malzemeye yönelmektir” der. Ayrıca “kişilik öne çıkarılmamalıdır” der. Ardından da “somut şiir politiktir” diyor. Bunları açmanızı, özellikle “politik oluş”un çerçevesini kısaca belirlemenizi rica etsek.

Somut şair sayısı kadar farklı yönelim nedeni var belki. Franz Mon ve Helmut Heißenbüttel için somut hedef, kalıplaşmış dilsel kullanımı kırmaktı. Heißenbüttel, II. Dünya Savaşı sonrasının Nazilerce kirletilmiş dilinden kurtulmak istiyordu ve bu olanağı eğretileme (metafor) içermeyen somut şiirde buldu. Onun için bir arınma olanağıydı bu ve malzemeye yönelim kuşkusuz temiz bir başlangıç sözü veriyordu. Ernst Jandl, somutlarca eleştirilmesine karşın somut şiiri, dış gerçekliği anlatmada kullanmış, bu anlamda tamamen saf olmayan bir somut kullanım da geliştirmiştir. Bu girişimin başarısı somut şiirin sunduğu deformasyonun, dönemin II. Dünya Savaşı’yla yüzleşemeyen ve Holokaust konusunda ifadesini bulamayan bakışındaki yabancılaşmayla örtüşmesindedir. Bäcker ise bambaşka bir yerden gelir. Bilgi taşısa da artık duyarlık, kavrayış taşımayan klişeleri, dilsel kalıpları kendine bir somutluk alanı olarak seçer. Bu klişeler ki, Holokaust vahşetini uygulayıcılarına hissedilmez kılmış, onların, mekanizmanın uslu birer dişlisi olarak işlemelerini olanaklı kılmıştır. Vahşet de, iktidar da dille kurulur, Bäcker’in somut şiiri bu mekanizmanın nasıl işlediğini, klişeleri deşifre ederken sadece somut şiirin politik olabileceğini değil, politik şiirin nasıl yazılacağını da ulaşılması zor bir emsalle gösterir.

Okuyucudaki zihinsel klişelerin yıkılması açısından somut şiirin işlevlerine dair neler söylersiniz?

Birçok büyük klişe de dâhil olmak üzere, klişelerin ve uzlaşımların (konvansiyon) neler olduklarını bulmak, tanımlamak dilde ve sanatta hiç de kolay değil. Birçok pratik iletişim bunlar üzerinden işliyor, binlercesinin, milyonlarcasının içinde yaşıyoruz. Ancak uzlaşım, çoğu kez deformasyonla fark edilebilen bir olgudur, deformasyona uğrayana kadar doğallık zannedilir. Diğer yandan deformasyon ise sadece uzlaşımla tanımlanabilir, ancak onu bozarken görülebilir. Yaşamı sürekli bir hareket hali olarak tanımlarsak uzlaşmak ve bozmak birbirlerinin ikiz kardeşleri olmak zorundalar. Bu bakışın şiire ilk izdüşümü, şiirin ne olduğu konusundaki uzlaşım ve bunun deformasyonu olur ki, somut şiirin ilk işlevi burada, beraberinde getirdiği konstelasyon, tipogram, ideogram, liste vs. gibi metin türleri ile kafamızda kemikleşmiş mısra düzeni dışındaki metinlerin de şiir olabileceğini göstermesi olarak ortaya çıkar. Bu anlamda hem şiire alan açtığı hem de şiirle gündelik hayatta karşımıza çıkan metinler arasındaki keskin ayrımı yumuşattığı söylenebilir. İkinci izdüşümü şiirin kendine konu edindiği dilsel kullanımlar ve bunların gerçekliğe yaptıkları göndergeler hakkında olabilir. Somut şiir, dili bir bütün olarak değil de neredeyse yapı taşları halinde ele aldığı için klişe gibi kompleks yapıların şiire girişini zorlaştırır, ya klişe dışı kurgulara yönelir ya da klişenin kendisini saldırı alanı seçer. Diğer yandan, dil-gerçeklik bağını kopardığı, dil-içi bir konumda seyrettiği için dikkati hem dilin kullanılışına hem de im-gönderge ilişkisi üzerine yöneltir. Edebiyat türleri içinde dilin kendisiyle en haşir neşir olanı olan şiir, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine ister istemez en çok kafa patlatmak zorunda olanı. Somut şiir ise, kendisine dilin maddesel yanını ve dilin kendisini konu edinmesi nedeniyle dil üzerine, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine düşünmemizin, gerçekliğe dair zihinsel klişelerimizden ve yanılsamalarımızdan kaçınma mücadelemizin hiç bitmeyecek sisyphus çalışmasına uygun olanaklar sağlıyor.

(Hece Aylık Edebiyat dergisi, Erhan Altan-Hayriye Ünal söyleşisi, Aralık 2007)

28 Şubat 2011 Pazartesi

İLK ve SON

Son günlerdeki kahpece saldırılar hakkında ilk ve son kez yazıyorum. Neden ilk ve son? Bunu anlamamak için gerçekten de internetten çakmamak gerekiyor. İnternet adeta bir kara delik. Onunla kavga edilmiyor. İnternet çıktı; herkes şair, herkes yazar, herkes faşist, herkes solcu. Birbirini asmak kesmek serbest. Bu yüzden bir kere söz almak kafi, sürekli cevap vermekse nafile görünüyor. Neden ilk ve son? Neden bir hiddet, bir öfke bir kere yumruğunuzu salladığınızda yavaş yavaş azalması gerekirken, bir türlü “boşalma” sağlamıyor. Çünkü eğer fırsatçılık söz konusuysa, hiddetin, öfkenin, salyanın önünü alamazsınız. Özellikle son günlerde Ömer Şişman bahsinde gelişen olaylar, yapılan yorumlar bu fırsatçılığın bir göstergesi.
Bu yüzden ilk ve son rötuş.
Çünkü tartışılan hiçbir şey yok, sürekli demagogları dinliyoruz. Hiç fırsat kaçırmıyorlar, hemen her şeyin üstüne atlıyorlar. Bu iş fırsatçı röntgencilerin önünde olunca maalesef bu hale geliyor.

Nazmi Cihan Beken - Denge Esentürk

İkisine bir başlık yeter. Cihan’ın karışıklıktan hoşlandığı kesin. Kendisi heves’in son sayısında yapılan oturumdan uyduruk bahanelerle ayrılmasına rağmen; söyleşmeye dahi yanaşmadığı kimi arkadaşlarını müthiş bir hızla tavlamışa benziyor. Cihan her “iktidara karşıyım”, “kavganızı sikeyim” dediğinde, ben “hepinizi yerim” diye anlıyorum. Kimin kimi yiyeceği... işte orası başka mesele...
Artık eminim, Cihan feci şekilde kariyerist. Her kariyerist gibi, yanağını kim okşarsa, onu seviyor. Cihan’ı hiç inandırıcı bulmuyorum. Haklı bir yanı da yok. Ona destek verenleri de anlamıyorum, destek çıkmalarına neden olan argümanları da. Mehmet Davut’un videosuna bakınca, orada Cihan’a bir sataşma görmüyorum. Vaka, Cihan’ın canı istediği zaman, herkesin onu mahvetmeye yönelik komplolar yaptığına dair histerisi. Cihan’ın bu kadar kendini önemli hissetmesi, beni hiç ilgilendirmiyor. Ortada da öyle bir şey yok zaten. Sadece 22 yaşında Mülkiye’de okuyan biri. O kadar. Neticede her ikisinin kitabı da bir ay içinde pan/heves’ten çıkacak. Sırf bunu hatırlayınca bile, Cihan’ın Mehmet Davut Özdal’la kavga ederken konuyu çektiği yeri neden ciddi bulayım?

Denge ise bloga cevap hakkı için geldi. Oysa ona önceden bloga gelmesi teklifi yapılmıştı. Kendisi vakitsizliği öne sürerek reddetmişti. Kararına saygı gösterdik. Ama kendi kuşaklarından bir arkadaşı oturumlarıyla ilgili bir laf söyleyince cevap hakkı için hemen vakit bulabildi sağolsun. Ömer meseleyi önce kendi aralarında halletmeye çalışmalarını, akbabaların kapıda beklediğini söylemiş üstelik. Netice; Mehmet Davut bir açıklama yapma, ek yazı yazma gereği duymamış, Denge de cevap hakkını kullanmış. Bir de pişkinlikle, horoz mu dövüştürüyorsunuz diyor. Ulan o zaman niye bloga girip cırmalamaya çalışıyorsun. Horozluğa niye bu kadar talipsin. Cihan da sen de ezberden konuşuyorsunuz. Siz her iktidar dediğinizde; benim açımdan hiçbir şey anlatmış olmuyorsunuz. Yazdıklarınız başka konuşuyor, ağzınız başka. Çünkü bir şeye inanmadan, iktidara karşı olunmuyor. İki kere iki dört. Allah yolunuzu açık etsin!

Hakan Arslanbenzer

Sonunda büyük balığa gelebildik. Arslanbenzer, Mümtaz’er Türköne gibi bir şey. Her şeyi bildiğini sanıyor. Sorunları sürekli burjuva siyasetine tahvil etmeden, onunla benzeşim kurmadan halledemiyor. Türkiye’yi hâlâ 28 Şubat’ta politikayı bıraktığı yerde sanıyor. Bıraktığı yer diyorum, çünkü Arslanbenzer siyaseti, politikayı 28 Şubat’ta bırakmış gibi görünüyor. “Kırmızı şerit-mütedeyyin halk” ayrımı. Bu ayrım Arslanbenzer’in hoşuna gidiyor. Bunu da Tayyip’ten öğrendi herhalde. Tayyip’in işine yarıyor diye kendisinin de işine yarayacak zannediyor. Sürekli iki kutup üzerinden inşa ediyor söyleyeceklerini.

Burjuva siyaseti mi demiştik? Otuz senedir kâr sahiplerinin yarattığı plütokrasinin bazılarının hoşuna gittiği belli. En başta Arslanbenzer bu göreve talip. Yani arkasından büyük kitleler koşturamayacaksa da, bu yolda mahallesinin çöplüğünde ötmek istiyor. 28 Şubat’tan bu yana yürütülen laik/anti-laik; sahildekiler-iç bölgelerdekiler ayrımını edebiyata uyarlama gayretinde. Arslanbenzer’in siyaset görgüsüne bakınca, yazdıklarının bir iflasa dönüşmesini doğal karşılıyorum. Arslanbenzer illa ki Mehmet Barlas’ın karşısına Emre Kongar’ı oturtacak. Politikadan anladığı bu kadar. Popülizm sosuna bulandırılmış kovboyculuk. Slavyonofillikten aşırma halkçılık tedrisatı. Ne hoş. Sıkışınca “Ben Müslümanım” diye sıyrılıyor. Bana mı Müslümansın, bundan bana ne?

En feci yanılgısı ise, kendisini herkesten hesap soracak bir iktidar zannetmesi. Malum trafik polisi ya da ne bileyim şişman savcı edası. Yok Kitap-lık’a neden şiir gönderdiniz yok bilmem ne. Arslanbenzer bizim sana verecek bir hesabımız yok. Sen bir otur bakalım yerine.

Arslanbenzer, doğru söylüyor, onu tanımıyorum. Ama tanışmadan bakınca, Mecidiyeköy’de metrobüs zamları protesto edilirken, kültür ofislerinde yapılan halkçılık anlaşılmıyor. Bütün bunlar olurken; gençler, kadınlar orada dayak yerken, Arslanbenzer ofisinde “Oğuz Atay insan sever miydi, sevmez miydi” sorusunu tartışıyor. TV’lere filan çıkıyor.

Madem sermaye ile işbirliğinden bahsediliyor;

-Arslanbenzer çıktığı TV kanalının hangi kredilerle, hangi iktidar yalakalığıyla varolduğunu hiç soruyor mu kendine? Yoksa, Arslanbenzer AKP’nin hormonlu TV’lerine çıkınca bunun adı halkçılık mı oluyor?
-Ömer Şişman dergilerden dahi çekildiğini söylemiş önceden (o üzerine balıklama atladığın Murat Yalçın’la çay içmişliğinden de önce!); ama bu da Arslanbenzer’i kesmiyor. Sahi sen bizi kesiyor musun Arslanbenzer? Sen kırmızı halıda halkçı bir adamsın tabii. Davet edildiğin Cumhurbaşkanlığı köşkünden mi söylüyorsun bunları bize? Sen de hemen defans yapma şimdi, “Orada kendimi savunmak için, kendi düşündüklerimi iletmek için vardım” diye, ya da “Pembe incili kaftan meselesiydi” diye. Sen kralın dizinin dibine gelmişsin, ne yapsın senin dediklerini... Köşke çıkmak ne zamandır halkçılık oluyor. Sen en iyisi mi kırmızı halıda Derya Önder’i de tak koluna, hadi koçum herkes kendi yoluna!
-Mart 2003’ten beri (94 sayı) Tayyip’in aylık bültenini yayımlayan, AKP’ye ajanda hazırlayan kim? Arslanbenzer&Safi’nin Büyükharf Yayıncılık’ı!
-Ciner Grubu’nun sponsorluğunda “Yoksulluk ve Sanat” Eserleri Müzayedesi düzenleyen kim? Elbette Arslanbenzer&Safi! Yoksulluk ve Sanat Müzayedesi! Vay, süper! Yoksulluğun müzayedesi nasıl oluyor acaba? Popülist kültürün tohumları böyle mi atılıyor? Yoksulluk Müzayedesi’ymiş... “Sanat baygınlığına son” diyordu di mi Arslanbenzer?
-AKP iktidarında, Kültür Bakanlığı’na “Yirminci Yüzyıl Türk Şiiri”, “Süsleme Sanatları Katalogu” vs en az 7-8 yayın hazırlayan, Diyanet Bakanlığı’na “Anadolu’da Kültür ve İslam Medeniyeti”, Ulaştırma Bakanlığı’na “Demiryolu Sevdalısı Mustafa Kemal Atatürk” (paranın gözünü seveyim, kime neyi yaptırıyor!) kitaplarını hazırlayan kim? Arslanbenzer&Safi!
-Türkiye Yardımsevenler Derneği’nin “Yardımseverler” dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü kim? Eren Safi! Yayın danışmanı kim? Hakan Arslanbenzer! Yardımseverliktendir herhalde buradaki katkıları da. Yardım dostları sizi!
Atladıklarım, gözden kaçırdıklarım da vardır
.
(Bütün bunlar için bkz. buyukharf.com.tr)

Sıkıştığında esrariliğe sığınan bir yüksek ahlak çıtası koy ortaya; sonra her önüne gelenin ahlakını sorgula, ama AKP’yle akçeli işler yap! Vay be! Ondan sonra da Eren Safi millete “kariyerci, ajansçı vs” desin. Ajansın kralını kurmuşsunuz; kendinizden bahsediyorsunuz herhalde. Şimdi Arslanbenzer bana “devleti kapitalistlere tercih ederim” ayağı yapmasın, Ciner grubunun sponsorluğunu hatırlatırım!

Arslanbenzer herkesin dergisi hakkında saçma sapan konuşmayı kendine hak sayıyor; ama,

-Hazcı dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; Murat Menteş gelmiyor nedense aklına. (Sonra da “daha çok patlağınız çıkacak” diyor. Gel de gülme. Murat Menteş’ten Hakan Şarkdemir’e kadar bir dünya adam nereden, kimin koynundan çıktı?)
-Liberal dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; taraf’gir Cihan Aktaş gelmiyor nedense aklına.
-Cahillik dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; ama Melek Arslanbenzer’in Mehmet Öztek hakkında anarşist (anarşizan) şair deme bilgiçliği, düzyazı çocukluğu olarak geçiyor kayda. Kavramları bilmeden konuşana ne söylenebilir.
-Konformizm dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; ama Eren Safi şiirinde türkleri blackberry ile dağa çıkmaya çağırırken, halkın bağrından kopan şair oluyor.
Bunlara ancak Türk Halk Konformizm Ordusu denebilir. Heves’in şairleri bir dergide şiir yayımlayınca sermaye-banka uyumuna tâbi oluyorlar, ama Arslanbenzer Kültür Bakanlığı’nda ihale kapmak için sıraya girince “halk için” yapmış oluyor. Kılavuz gibi “snob” bir dergi, fayrap’ın siyasi şiir için düğmeye basması oluyor. Sola küfretmek için, klasik Jakoben karşıtlığını, sol-liberal argümanları kullanıyor. Bunları bu memlekette gerçek namusun “sol” olmasına katlanamadığı için yapıyor. Sonra soruyor “Türkiye’de Kültürel İktidar Solda mı” diye... Yok sağda mı? Diyelim ki sağda. İşte “senin sağının” iktidarı böyle oluyor. Vicdan, namus hak getire... En fazla iktidarın yalakası olup, Çankaya köşküne çıkmak oluyor.

Bunun için de vesayet rejiminden başka karşı çıkacak bir şey bulamayanların ağzıyla konuşuyor. Bu bakışıyla, bu pratiğiyle fayrap dergisinin bakış olarak “birikim”den farkı yoktur. Birikim de yeni solculuk, yeni devrimcilik, yeni Marksizm çerçevesinde esip gürlüyor ama sokağa çıkmayan her siyasi hareketin nafile olduğu tarihin bir yerlerinde yazıyor işte. Tarih çocuğu olduğunu söylüyorsun, bunlara da bakarsın artık.

Şimdi olayı bir özetleyelim:
Arslanbenzer fayrap blogunda “heves muhalif mi” diye saçma sapan bir yazı yazdı. Ömer cevabını verdi. “Ercu’yu yemleme” dedi.
Aradan iki aya yakın bir süre geçti. Ben burada “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisiyle ilgili bir şey yazdım. Hakan Arslanbenzer yazıyı ben yazdığım halde sanki Ömer yazmış gibi üstüne atladı, “Ömer Şişman şöyle demiş Ömer Şişman böyle demiş...” diye. Ben o zaman dedim, aha bu adam Ömer’i kafaya taktı bu sefer, gözü kararmış, yeni hedef Ömer. Daha sonra düzeltti gerçi, ama halen yazının bir yerinde Ömer Şişman diye duruyor. Böyle gözünün önündekini doğru okuyamaz adamla muhatap oluyoruz maalesef. Ya da bilinçaltı devreye girmiş mi demeli?
Aradan biraz daha zaman geçti. Derya Önder twitter’da iki twit girdi. Aslı Serin, ona bir cevap verdi. Sonra ben de verdim.
Arslanbenzer bu olaya da sazan gibi atlayarak bir yazı yazdı ve konuyu Ömer’in iki ay önce verdiği cevaba getirdi. Yeni anlıyor herhalde dedik. Jeton çok geç düşüyor malum. Ömer’in yavşaklığı neymiş halen belli değil. Arslanbenzer önce Zekeriya Öz gibi yalanlarla girdi, sonra utandı ve yazıları kaldırdı, ardından da suçunu örtmek için Tayyipvari “biiiiiz ipimizi cebimizde taşıyoruz” söylemine büründü. “Ömer, Silivri’ye!” diye pankart da açarsa tam olacak!
En sonunda da işi Eren Safi’yle beraber cihat çağrısına kadar getirdi. Arslanbenzer şunu bilmeli; puştluğun müslümanı hıristiyanı, ortodoksu hanifisi olmaz.
Konunun kitap-lık’ta şiir yayımlama meselesi olduğunu sanan geri zekâlılar var mı bilmem. Koç grubuyla işbirliğiymiş. Korsan Miting’miş. O lafa itirazın vardı da neden iki ay yutkundun Arslanbenzer! Sen bize hesap soracağına AKP’den cukkaladıklarının hesabını ver önce!
Ömer Şişman’a on sene sonra yavşaklık ve dalkavukluk payesi verilmez. Cihan’ın frankenştayn olduğunu bir saniyede çıkaran, cin akıllı olduğunu iddia eden biri, bir adamı on yılda tanıyamadım ayaklarına yatamaz. Belli ki bu bir taktikti. Konjonktür değişti. Fes düştü. Bize ne senin kiminle ittifak edip etmeyeceğinden.
Madem dalkavukluktan bahsediyoruz, Ömer’in iki satırlık yorumundan çıkardığın bu sıfat; fayrap dergisinde “Ahmet Güntan’a doğum günü armağanı” yapan sana; Güntan’a oturum düzenleyen sana, çok daha fazla yakışıyor.
Aynı şekilde vaktiyle Osman Konuk’un da üstüne titriyordun. Sonra baktın onu gönlünce kullanamıyorsun, adam kullandırmıyor kendisini; fayrap blogta Osman Konuk aleyhine bir yazı yazdın. Niyetin herhalde kamuoyunu yoklamak, kendi cephende Osman Konuk aleyhinde bir rüzgârın tohumlarını atmaktı. Nabızları yokladın. Ama sonra o yazıyı da kaldırdın tabii. Biliyorsun ki Osman Konuk’la çarpışmak senin haddin değil, çünkü ilk fırsatta harcanırsın!
Bunları insanları manipüle etmek için yapıyorsun tabii. Yapılan haksızlığın Ömer Şişman’a mahsus olmadığı da ortada. Ama neden Ömer Şişman? Ömer’in yazdığı iki kitaba bakarak söylüyorum bunları. Zor geliyor, paçalar sıkıyor. Arslanbenzer’in Ömer’e yaptığıyla; Onur Caymaz’ın Ahmet Güntan’a söyledikleri arasında hiçbir fark yok. Senle Caymaz sütkardeşisiniz, orası belli. Gelelim işkembe kardeşin Eren Safi’ye... Ne yalan söyleyeyim, Safi’den ne zaman bir şeyler okusam, bir barda bir elini bara dayamış konuşan bir adam beliriyor gözümün önünde. Seni gidi Clubber İslamcı seni. Bar fedaisi kılıklı heriften cihat çağrısı... gülünç... ne menem bir postmodern zırvalığa düştük yarabbim... Eren Safi bundan daha üç ay önce, “Ömer’e bir şey söylenmişse tartışmayalım, hatta direkt dövelim” gibisinden yazıyordu. Şimdi ne değişti de Safi, “Profesyonel mazlumlar beni ilgilendirmez,” diye caka satmaya başladı. Siz iki işkembe iş kardeşinin “profesyonel dönek” olduğu, ayan beyan ortada.

Peki, esas soruya gelelim: Hakan Arslanbenzer kime konuşuyor? Bütün bunları kime anlatıyor? Heves’i sevmeyen dünyanın geri kalanına heves’in Koç yalakası (?) olduğunu anlatmak değil herhalde derdi. İçimizden bazılarını yolumuzun yol olmadığına ikna edip kendi yoluna kazandırmak da değil herhalde. Ne kamuya ne bize konuşuyor. Kime konuşuyor olabilir? Elbette kendi omuzdaşlarına. Eren Safi ne demiş: “ben müslümanım. hakan arslanbenzerle de kardeşim. bir kafir veya kafirler varsa çevrede bilelim. bizzat kabak gibi oyacağımıza şerefim üzerine yemin ederim. ben müslümanım ama işte vıkvık, diyenlere de söylüyorum çenenizi kapatın. hakanın koyduğu hüküm sondur, kesindir.” Üç kuruş politika bilen, politik okuma yapabilen biri içerdeki genç subayların rahatsız olduğunu ve bu sözlerin onlara yönelik olduğunu anlar. “Haksızlık edip etmediğimizi sorgulamayın lan, burada bir cepheyiz, biz müslümanız, onlar kafir” demeye getiriyor Eren Safi. Çatırdayan, çöküş içersindeki örgütlerdeki klasik söylem biçimlerinden biri; solda da sağda da nice örneği vardır. Böyledir. Örgütlerde, yapılanmalarda ajitatör bazen kadroya seslenir, “uslu durun” der. Arslanbenzer de sürekli mazlum edebiyatı yapıyor, bunda da “Müslüman olmak” analojisi yapmadan edemiyor. Bir sonraki adım da cihat çağrısı oluyor. Mevzu nedir kendiniz bile bilmiyor, izah edemiyorsunuz. Yok biz çok şişiniyormuşuz da, ben ben ve den den diyormuşuz da indirmek gerekiyormuş. Sanki yüzyıldır ben ben ve eren eren diyen Arslanbenzer değil! Şu yalandan suçlamalara bak. Duyan da sanki milli mücadele kahramanı Gazi Hakan Paşa sanacak. Sıkışınca işi “Vatan elden gidiyor”a çekiyor Arslanbenzer. Hakan Arslanbenzer “ağır müslümanım” da demiş. Aslı’nın belirttiği teşekkürleri, tebrik telefonlarını kabul ederken de ağır Müslüman mı acaba? Hakan’ın mantalitesine göre; Ömer de Ergenekon sanığı gibi bu durumda. Günlerdir ardarda yazılara, bütün o suçlamalara sebep olan şey neymiş belli değil. Kitap-lık’ta şiir yayımlayan arkadaşlarını onaylaması ve kendisinin de şiir gönderebileceğini belli etmesi mi? Korsan Miting benzetmesi mi? Güldürmeyin Allah aşkına. Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını övmesi mi? Yapmayın Allah aşkına. Ömer farklı cephelerden gelip birbirinizden nefret etseniz de saldırmakta ittifak kurduğunu söylüyor, bunu da başka yere çekiyor Arslanbenzer. Ne yani, o saldırılardan sonra Derya Önder hapasa “harslanbenzer haklı” diye twitler girmemiş mi, Arslanbenzer tebrikleri kabul etmemiş mi, burası belli. Bu nasıl bir vicdansızlıktır, nasıl bir allahsızlıktır, anlayan beri gelsin. AKP’yle somut işbirlikleri yapan sen, Ömer’i sırf kitap-lık’ta şiir yayınlamayı onayladığı için Koç grubuyla işbirliği yapmakla suçla; Ömer seni bu saldırılardan ötürü Derya Önder’le, Serkan Işın’la çıkar ortağı sayınca olay olsun. Yok ya! Yok öyle yağma! Ömer’in bunca kumpas, bunca işbirlikçi haince saldırı karşısında yazdığı tek yazı “kayıp otoban”a bakın da utanın. Kendisine haftanın yedi günü fayrapblogta olsun facebook gruplarında olsun “yavşak, dalkavuk” diyen Arslanbenzer’e internetsemaları blogunda gelen küfürlü yorumları silen, modere eden Ömer’den iki gram racon öğrenin hiç değilse. Bakın ben de bu yukarıdaki satırlarda Ömer’in dalkavukluğunu yapmış oldum! :)
Böyle iyiyiz değil mi?

Ömer de tabii fazla iyi niyetli canım. Net olmaktan korkmadı, başına bela aldı! Deseydi şöyle “parçalı ham 2000’lerin en önemli şiir olaylarından biri”, kimse kıyameti koparmayacaktı. Ama yuvarlak konuşmayıp “2000’lerin en önemli şiir olayı” dedi. Sense cevabında “o da vardır bu da vardır” diye resmen geveledin. Neden bu net’liğe bu kadar hınç duydun.

Okuduğunu anlamaktan aciz Arslanbenzer şimdi de Erhan’ın ayrım gözetmeden ortamı eleştirdiği yazısını dalkavukluk telakki etmiş. Bu dinmek bilmez öfkenin, sinir krizinin, hezeyanın sebebi ne? Hakikaten merak ediyorum. Eren Safi “karşı taraf tırnaklarını kemiriyor” filan demiş. Burda tırnaklarını kemiren yok. Hayrola diyor, anlamaya çalışıyoruz. Sizin orda, içerde bir depresyon var gibi gözüküyor. Böyle bir saldırı tufanı olmasa üstüne düşünmeyecektim. Beni Fayrap’ın iç meseleleri hiç ilgilendirmiyor. Ben fayrap okuyorsam, üç kişi için okuyorum. Ali Akyurt, Fazıl Baş ve Mesut Bostan için. Varsa, Elyasa Koytak’ın ve İsmail Kılıçarslan’ın şiirleri için. Eren Safi’nin bir şiir yaşamı olacağından şüpheliyim. Arslanbenzer ise kendini “düzyazıya kaptırdı”. Yemezler. Arslanbenzer on yıldır şiir yazmıyor. Yazdıkları da ortada. Başarısızlığını “ben tezkire yazıyorum” diye yutturmaya, geçiştirmeye çalışıyor. “Benim şiirler fildişi kuleden tamamen indiğimin göstergeleri olarak okunabilir. Bunlara artık şiir gözüyle değil, bir tavsiye, bir dikkat çekme, bir tezkire olarak bakılmasına razıyım. Bir etkileri olacaksa, sanat baygınlığı içinde olmayacak.” diyor. Allah Allah, Arslanbenzer durduk yerde Parçalı Ham manifestoyu niye özetledi ki diyor insan! “Sanat baygınlığı yok” dediği şiirin dizeli şarkı sözü olması da başka bir hadise. Sonra da utanmadan sıkılmadan, “on yıl sonra görüşeceğiz, birebir markaj” diyor. Randevu talebini yazdık bir tarafa, koçum. Hakan Arslanbenzer’in on yıl önce bir şiiri vardı, bugün yok. Bugün sadece konuşuyor. On yıl sonra ne olacak? On yıl sonra da halen konuşup konuşmadığına ve şiire tekrar kavuşup kavuşamadığına bakarız. Şimdi sen her zamanki demagogluğunla bu AKP işbirlikçiliğinin filan hesabını vermeden cımbızla bir şey çekip oradan yazarsın cevabını. Yaz. Biz senin, içinde bulunduğun örgütü hayatta tutmak, iç hesaplaşmalardan kaçmak, o hesaplaşmaları unutturup erteletmek için kurnazca ortak düşman yaratma oyunlarına, ana muhalefet arayışlarına güler geçeriz. On yıl sonra görüşürüz. Yalnız unutma; bir şiir ancak başka bir şiire kan kusturabilir. Markaj mı dedin, elinden geleni ardına koyma! On yıl sonra görüşürüz atlı kovboy. Hadi Gül’e Gül’e.

dostumun düşmanı düşmanımdır.

Burada ne yazarsak  yazalım Hakan cephesinden "yavşak" geleceğe benziyor. Hakan bizlere yavşak dedi diye de birileri sevinecek, teşekkür edecek, arayacak falan filan. Bu işlerin hep bir arkası varmış demek. Arkaları sevmiyorum. Mehmet Davut'a onları yazdıran arkayı da sevmiyorum mesela. Cihan'ın delirme ve delirtme potansiyelini de hiç sevmiyorum. Erhan'a da  katılıyorum, Denge'nin sorumlu arama çabaları yersiz. Blog açtık, buyrun dedik. Ne yazacağınıza da mı karar vericez. Geçelim.

Şarklı mıdır, kasabalı mıdır, köylü müdür bilmem ama dostumun düşmanı düşmanımdır.  Ömer'e kitaplık'ta şiir yayımladığı için yavşak diyen Hakan Arslanbenzer'in Allah yolunu açık etsin. Bunu  kitaplıkta şiir yayımladım aa bak bana da yavşak diyor edasıyla yazmıyorum.  Ömer'e yavşak dediği için yazıyorum.
Oldukça kişisel bir ileti oldu. Olsun.



27 Şubat 2011 Pazar

Hırgür

Bir hırgürdür gidiyor.
Bir tarafta şiir üretimi var, diğer tarafta yeni şiirin yerine oturtulması çabaları. Bu ikincisi önce yeni şiir değil de şairlerin yerine oturtulması çabasına dönüşüveriyor, ardından da şairlere oturtulması çabasına. Argümanlar da hızla nesnellikten kişisel saldırılara kayıyor. Dergilerde, bloglarda, yıllıklarda, kitaplarda.... Kimi kabaca yapıyor bunu, kimi araya sıkıştırarak. Diyebilirim ki yapmayanı çok az.
Tüm bu çaba tabii ki edebiyat tarihine biçim vermek ve onun içinde de yer almak için veriliyor ama uzaktan görünen sadece bir toz bulutu ve enerjisini bu yolda heba eden insanlar. İşin tuhafı bol miktarda enerjisini buna harcayıp üretim yapamayan ve tam da bu yüzden edebiyat tarihinde yer alma şansını azaltan şairler var ortalıkta. Üretim yapamadığını bu yolla kapatmaya çalışanlar ayrı. Ve ayrıca bu kavgalı ortamı kendi basit siyasi ve/veya narsist çıkarları için kullananlar. Yeteneksiz futbolcu faul yapıyor, eh hele böyle ortada hakemin de bulunmadığı, daha doğrusu hakemin en aşağı bir on yıl sonra geldiği bir durumda...
Genç kuşağın düzeysizliği veya cahilliği gibi açıklamalar olguyu açıklamıyor, sadece düşünceyi tıkamaya yarıyor. Evet, galiba eskiden kavgalar daha argümanlı ve düzeyli imiş. Örneğin bakıyorsunuz, İkinci Yeni’ye saldırmayı kendine iş edinmiş Asım Bezirci, her ne kadar sabit fikirli ve dar bakış açılı olursa olsun genelde savlarını kanıtlarla desteklemeye özen göstermiş ve kendisinin başkalarına karşı kullandığı deyimiyle çelebi bir insanmış. Attila İlhan’ı kendine özgü bir fenomen olarak kapsam dışı tutarsak gerçekten de saldırılarda pek bel altı vurulmamış gibi görünüyor. Peki ama ne oldu da bu durum değişti? Her şey kötüye gidiyor türünden kültür kötümseri açıklamaların bir işe yaramadıklarını biliyoruz. Bir başka olası açıklamayı: bir biçimde gençlerin dizginleri ele aldıkları, ancak bizdeki gibi tartışma kültürünün de eksik olduğu bir şiir ortamında, baş edemedikleri enerjilerinin sonunda bu saldırganlığa yol açtığı türünden diğer bir prefabrik açıklamanın da bence bir geçerliliği yok.
O zaman soruyu şöyle sormak gerekiyor bence: Nedir genç şairleri böyle gergin yapan?
Belki tepki çekeceğim ama benim aklıma bir otorite, bir makam eksikliği geliyor. Kastettiğim tabii ki devlet baba gibi bir otorite değil ama karşı çıkacak, onun tarafından ciddiye alınıp etkilenecek ve karşı çıkarak da olsa (ve farkına varmadan) onun tarafından da biçimlenilecek bir otoritenin, makamın eksikliği. Şiir, siyaset ya da din gibi sistemler tarafından belirlenmiyor artık. Sanat o hep hayali kurulan özerkliğe kavuşmuş durumda. Reddedilecek bir gelenek de pek kalmadı ortalıkta. Ve bu, birbirimizi yememizle sonuçlanıyor. Çünkü sanırım yine de biçimi ne olursa olsun bir makama gereksinim duyuluyor.
Bu şuna benziyor: Bir biçimde gerginsinizdir. Evde ayakkabınızı rahat bağlayabilmek için cep telefonunuzu koltuğun kenarına koyarsınız, ama o orada durmaz ve yere düşer, siz de sinirlenip ona söylenirsiniz. Telefonunuzun bundan ders çıkaracak hali yok ama size de kızgınlığınızı yöneltecek bir makam lazım. Benim açıklamam böyle. Eğer doğruysa, bu, bu şekilde tatmin edilemeyecek bir gereksinim maalesef.
Oysa: 2000’lerin ilk on yılındaki yeni şiir hamlesiyle (heves, ücra, poetikhars):
1) buzlar eridi, daha öncesinde linç edilmeye mahkum şiir ve sairlere tutucu şiir kamusu bir iki homurdanma dışında ses çıkarmadı;
2) korku aşıldı, bu dönemde oldukça cesur girişimleri oldu;
3) her türlü deneye girişilebilineceği görüldü ve önümüzde olası bir dünya açıldı.
İşte tam bu noktada parmaklar üretime değil de kavgaya gidiyor. Ortalığı kaplayan toz bulutu görüşü daraltıyor. Halbuki dilin ve şiirin önünde henüz incelenmemiş büyük nadas alanları var. İkinci Yeni’den beri fazla bir şey yapılmadığı için dil ve şiir bütün bu potansiyel bereketiyle öyle kenarda durmakta. Kastettiğim, dil araştırmalarının ve şiirin büyük geçmişinin bir otorite olarak alınması, mücadelelerin bu soyut ve nihai yapıya karşı verilmesi.
O gürültü patırtı her zaman hiç olmamış gibi kaybolup gidiyor, geriye verilen eserler kalıyor. Ve o eserlere ihtiyacımız var.

26 Şubat 2011 Cumartesi

nasrettin hocayı ilk kez ata bindirdim

21 Şubat 2011 Pazartesi

gelin burda bir menba buldum



-bu videoları neden yapıyorsun abi amacın nedir yani
doğal diymi bu soru bize açıklaman gerekmez mi
sorulması doğal diy mi bizi eleştirmen kabul et
bir yönetmene böyle sorular gelmez mi?
-gelebilir
-açıklamasını yapabiliyormusun sen bunların
ne bunlar ne anlatmak istiyorsun
-açıklaması ne biliyormusun
-nedir?
-bunları tam da ''ne bunlar'' diye sormanız
için yapıyorum. hani demiş ya arkadaş
''bu ne lan'' demiş ya
-''bu ne lan'' demedim ''bu ne ya'' dedim (hahaha)
-neyse işte. tam da öyle demeniz için yapıyorum.
-açıklaması bu mu
-bu
-peki teşekkür ederiz açıklaman için
-ben teşekkür ederim.

"50 Yılın Ardında İkinci Yeni Anketi"

Katılımcıların çoğunu tanımasam da şöyle bir anket düzenlenmiş:

http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/ikinciyeni2011.pdf

19 Şubat 2011 Cumartesi

hızla video ile yaşamaya hazır edilen toplum

"(...) Kuşkusuz, gizilgücünü Memet Fuat'ın anımsattığı 'halk şiiri' kaynakları var, pek çok şairin gündeminde yer alan. Ama bunun, hızla video ile yaşamaya hazır edilen bir toplumda 'arkaik' bir değeri kalabilir, hem de beklenilenden çok daha kısa bir süre içinde.
Bir de yılın en genç şairleri var. Bilmem 1981'den önce de şiir yayımlamışlar mıydı: Hüseyin Ferhad, Osman Konuk, Akif Kurtuluş, İlhami Çiçek dikkat çekenlerin başında geliyordu. Bunlara 'Çerçeve' başlıklı kitabıyla gerçekten diri bir ses getiren Kaan Özbayrak'ı da eklemek isterim."
Enis Batur, "1981'in Yazın Etkinliklerine Toplu Bir Bakış" (15 Aralık 1981), Tan Edebiyat Yıllığı 1982 içinde.

18 Şubat 2011 Cuma

Osman Çakmakçı'nın yazısı - bazı noktalar

Katıldığım çok şey var Osman’ın yazısında. Hatta şimdi bir yerde oturup sohbet etmek ne güzel olurdu dedirtti. Ama ayrıldığım yerler de var. Hemfikir olduklarımı konuşmanın uyarıcı bir yanı yok, bu yüzden ayrıldıklarımı sıralamak istiyorum. Ancak bunlar, yorum olarak yazamayacak kadar uzun oldu, bu yüzden ekstra bir posta olarak yazıyorum. Alıntılar yapıp tepki vererek yazacağım.

“Sanat ve edebiyat tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar işlevsizleştirilmiştir bugün.”
--> İyi de buna sanat ve edebiyat özerkleşmiştir de diyebiliriz. Sanat ve edebiyatın siyasetin boyunduruğunda olmaması son derece sevindirici bir durum. Sanat ve edebiyat ne zaman dışarıdan “işlevsellendirilse” sanat ve edebiyat kaybetti, sonu kötü sanat ve edebiyat oldu. Bugünlere de 70’lerde sanatı kendisi için işlevselleştirmek isteyen siyaset ile geldik.
--> Şiirin iyi şiir olması için sadece siyasetin boyunduruğunda olmaması yetmiyor. İyi siyasi şiir ancak aynı zamanda şiirin, şiire neyi, nasıl yapması gerektiğini dikte edenlere karşı çıktığı koşullarda çıkmış.
--> Bütün bunları biçim-öz gibi bir soruyla ilişkilendirmek bana bizi sağlıklı bir saptamadan uzaklaştırıyor gibi geliyor. Başka kategoriler bulmak gerekiyor.

“Sanat kendini kapitalizme ve tüketim sistemine maalesef kaptırdı.”
--> Bu görüşe katılamıyorum. Sermaye bazı alanlarda at koşturuyor, ama o at koşturulan alanlarda sanat bulunamıyor. Kaptırma, neyin sanat olduğuna neyin olmadığına ancak sanat dışında bir sistem, örneğin siyaset veya ekonomi (sermaye) karar verirse olur. Böyle bir durum yok, sanatın tanımını halen sanat yapıyor. Modanın alımlanmasında veya reklam panolarında görülen sanat değil, sanatın uygulanmış hali. Eh oralarda bazen sanattan daha ileri bazı kullanımlarla da karşılaşıyorsak o zaman oturup hangi fırsatları kaçırdık diye kendimize sormamız gerekiyor, o başka bir konu.
--> Bunu dışında ne kaptırıldı, anlayamıyorum tam olarak.

“Devrimci sanat = kapitalizmin kafasını karıştıran” sanat
--> Sanat eğer sanat olmuşsa zaten bir tür devrim yapmış olmuyor mu?.
--> Kıstas sadece kapitalizmin kafasını karıştırmak olarak konduğunda hedef küçülmüş, kötü sanata yol açılmış, papaza kızıp abdest bozulmuş olmuyor mu?

“Eğer sanatınızın içinde yaşadığınız toplumun koşullarıyla organik bir bağı yoksa, ondan etkilenmiyor ya da ona karşı bir tepkiden doğmuyorsa bu sanat yapay olmaya mahkûmdur.”
-->Burada soru “toplumun koşulları” kavramını nereye kadar açabileceğimiz? Dilin ve düşüncenin olanaklarını irdelemek, toplumun değil insanlığın en eski sorunlarıyla ilgilenmek, siyaset dışındaki alanlarla ilgilenmek “toplumun koşulları”na dâhil mi değil mi? Eğer değilse ve bu durumda şiir yapaylıkla suçlanıyorsa bu dışlayıcılık demektir! Herkes siyasi bir şiir yazmak zorunda değil, bunun yargılandığı günleri çoktan geçtik çok şükür.
-->“toplumun koşulları”, “biçim-öz ilişkisi/diyalektiği” gibi formülasyonlar ister istemez aklım tedirgin edici biçimde 70’lerin “sanat sanat için midir, halk için midir?” sorusunun darlığını çağrıştırıyor bana. Tüm o yararsız tartışmaları tekrarlamaya ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum.

“2000’lerle birlikte özellikle gençlerin şiirde deneysel ve biçimsel arayışlara daha pek yoğun bir biçimde yöneldikleri söylenebilir, ama bu arayışlar belli bir düşünsel ve poetik programın sonucu mudur, yoksa daha çok tesadüflere dayalı, rastgele ve hatta körü körüne midirler? Şiir öyle bir sanatsal alandır ki, hem gözü kapalı ilerleyeceksiniz, hem de nereye ilerlediğinizi bileceksiniz.”
--> Dönemler vardır ki, kendi dilini arar. 2000’ler de öyle bir dönemdi. Bu dönemde manifestolar da çıktı (yani poetik program), çıkmadı değil, ama her şair de öyle davranmıyor işte. Bu da dikte edilemiyor. Aynen “şiirin şair aracılığıyla kendini yazdığı” da oluyor, bunu da dehşet verici ilginç buluyorum. Hatta biraz daha ileri gideyim: Bir dönemin şiirinin olması için mutlaka iyi şiir olması bile gerekmiyor, bir dönüşümün kendini göstermesi yetiyor. Nitekim 2000’ler geri dönüşü olmayan bir dönüşümün yıllarıydı bence. Heves’te çıkan birçok tanınmış şairin şiirlerinin diğerlerinin yanında birden çok ama çok eski duruvermesi bunu gösterdi.

“içinde yaşanılan çağla (ve dolayısıyla önce toplumla, sonra dünyayla) anlaşılır bir ilişki içinde olmayan, hatta böyle bir ilişki kurmanın gerekliliğinin bile farkında bulunmayan bir şiir, yalnızca ve ancak kadük olabilir.”
--> 1) Ya bu ilişki anlaşılmaz bir ilişkiyse?
--> 2) Ya anlamanın kendisi sorunun kaynağı olarak görülüyorsa? Ve özellikle anlaşılmaktan kaçıyorsa?

Mesele şiirin/sanatın siyasi olması, olmaması değil, iyi olması.

Biçimin Politik Cehennemi / Devrimci İmkânları - Osman Çakmakçı

BİÇİMİN POLİTİK CEHENNEMİ
Ezelden beri tartışılır durur: Biçim mi, yoksa öz yani içerik mi? Daha önce söyleyenler de olmuştu da ben de bir kez daha söyleyeyim: ne biçim, ne de içerik, ama biçim ile içeriğin diyalektik birlikteliği, uyumu, iç içe geçmişliği. Bu konuyu niye yeniden tartışmaya açıyoruz? Şundan: Entelektüel, gerçek anlamda içeriği olan tartışmalardan maalesef yoksun olan ülkemizin edebiyat ve sanat ortamı, kendi tembelliğinden de kaynaklandığı üzere, ayrıca kendine ve dünyaya karşı eleştirel bir bakış da geliştiremediğinden, hatta böyle bir derdi de olmadığı için, çağının koşullarını deşifre ederek çağın kendisine dayattığı sınırlamaları aşamıyor da ondan. Kim kime dum duma. Öyle bir curcuna ki insanın hüzünle gülesi geliyor. Yazarlar ve şairler ve dahi belki sanatçılar sanki bir boş zaman işi gibi yapıyorlar işlerini; adanmışlık yok, bir araya gelişleri de ev kadınlarının altın günlerine benziyor: Bak ben şunu yaptın, sen ne yaptın? vs vs. Böyle bir görüntü karşısında öfkeye kapılmamak mümkün değil. Hadi, neyse, kendi kendilerine oyalansınlar diyemiyor insan, çünkü bu sözünü ettiğim cinste sanatçılar, belki de sanatçı yokluğundan, ne de olsa toplum ve sosyete dekoratif amaçlarla da olsa sanatçıya ihtiyaç duyduğundan, sanatsal ortamı etkileyip kirletiyorlar, gerçek sanatın ve sanatçıların önünü kapatıyorlar. Ama nasılsa bir gün bir koçbaşı gelip korunaklı duvarlarını…

HER ŞEY BİR ÖRNEK Mİ?

Şunu açıkça hemen, hiç de gocunmadan çok rahatlıkla söyleyebilirim: Sanat ve edebiyat tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar işlevsizleştirilmiştir bugün. Adorno yıllar önce söylemişti: Kültür endüstrisi sanatı (ve hatta edebiyatı) metalaştırıp kendi hizmetine koştu. Popüler kültür dediğimiz egemen liberal küresel kapitalizmin yönlendirip belirlediği kültürün her yanda egemenliğini ilan ettiği, sanki dünyada her şey bir örnekmiş gibi Doğu ile Batı’yı, Kuzey ile Güney’i, Okyanusya ile Kutuplar’ı aynılaştırmayı kafasına koyduğu, sanki örneğin Batı’daki sorunlarla Doğu’nun sorunları aynıymış gibi gösterdiği, böylelikle de ezilenlerin ıstırabının üzerini kendi ‘cool’ örtüsüyle örttüğü bir dünyadayız artık. (Bir ara Hint ya da Uzakdoğulu yazarların Avrupa ve Amerika’da ne denli gündeme gelip popülerleştirildiğini, ilginç bir nesne haline getirildiklerini düşünürseniz bunu çok daha iyi anlarsınız, ben de anlarım. Onların yazdıkları artık refahın yarattığı tekdüzelik içinde kendilerine yeni ilginç şeyler arayan Batılılar için ilginç ve meraklı ve hatta belki de inanılması güç fantastik gerçeklikler olarak görülebilirdi ancak. Buna Afgan yazar Hanif Kureishi gibi duruma seve seve boyun eğen çok-satar yazarları düşündüğünüzde hayıflanmamak mümkün değil.) Peki böyle bir durumda, her şeyin aynılaştırıldığı bir cehennemde kendi yaşadıklarının, başına gelenlerin hakikiliğine inanan, kendini yaşamının kendisine getirdiklerine hilafsız adayan hakiki olduklarını önceden kabullenmekten başka çare bulamadığımız yazarların durumu ne olacak? Artık kimse kendi otantik yaşantısını, kader diye bellediğini, çektiği ıstırabı, popüler kültürün ve edebiyat sektörünün kendisine dayattığı üslubun ve var olma biçimlerinin dışına çıkarak dışa vuramayacak mı? Elbette ki, yazı bir yerden patlar ve kurulu ve verili düzeni darmaduman eder. Eder de bu şu anda dünya tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar büyük bir sıkıntı ve baskıyla karşı karşıya olunduğu gerçeğini değiştirmez. Şu an dediği şimdide karşı karşıya olduğumuz en büyük sıkıntı her yazarın kendisi demek olması gerek ve bir zamanlar öyle de olan üslubun aynılaştırılmasıdır. Daha önce de birçok yazımda belirtmiştim: Kapitalizmin meta sanatı olan moda ve medya, sanatsal biçim ve üslupların neredeyse hepsini kapsadı, içselleştirip kendi hizmetine koştu. Artık moda ve medya, neredeyse sanatın merkez üssü oldu. Ama hangi sanatın? Kapitalizm tarafından kapılmış-sanatın. Sanat kendini kapitalizme ve tüketim sistemine maalesef kaptırdı. Kaptırılan şey lirik sanatın neredeyse mızmızlığa varan duyarlığı, ya da zekice buluşlara dayanan zekâsı değil sadece, aynı zamanda sanatın olmazsa olmaz var oluş koşulu olan biçimi ve hatta yapısı da kaptırıldı. Sanat bunu asla kabullenmez ve bu durumu aşmanın, kapitalizmin kafasını karıştırmanın bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bunu yapan sanata da işte o zaman devrimci sanat denecektir. Bu sanat devrimci sanatın kendisi olacaktır.
80 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
Bu devrimci sanat da ancak ve ancak uyanık bir eleştirel bakışın süzgecinden geçmiş biçim-içerik diyalektiğinin uyanıklığından fışkıracaktır. Peki şu an dediğimiz şimdi de böyle bir fışkırmanın emarelerini görebiliyor muyuz? Kesin olarak hayır. Peki görür müyüz? Kesin olarak evet. Zira kapatılmaya, engellenmeye, kıstırılmaya her zaman başkaldıran insanın yegâne kendini ifade etme biçimi olan sanat kendisini saran bu buz gibi soğuk duvarları yakıp yıkacaktır. Şunu bir kez daha söyleyeyim: Biçim yeni olmaya çabalarken içerik eskiyse, ya da içerik yeni olmaya çabalarken biçimin vadesi dolmuş ve deşifre edilmiş ele geçirilmişse yeni ve devrimci bir sanat yapılamaz. Sadece ülkemizin değil bütün bir dünyanın sorunu olan sanatta kıstırılmış olma duygusu ancak ve ancak çok uyanık ve hatta kurnazca bir eleştirel bakışı gerektirmektedir. Bu da ancak içinde yaşadığımız çağı, dünyayı ve toplumu çok iyi analiz etmek ve onu ilmeğini sökmekle olur. Bu bizim ülkemizde çoğu zaman yapılamadı, bugün hiç yapılamıyor; Batı’da Dada ve Gerçeküstücülük gibi 20. yüzyıl başı sanat akımlarıyla yapılmıştı, ama bugün orada da yapılamıyor. Eğer sanatınızın içinde yaşadığınız toplumun koşullarıyla organik bir bağı yoksa, ondan etkilenmiyor ya da ona karşı bir tepkiden doğmuyorsa bu sanat yapay olmaya mahkûmdur. Tıpkı 80 sonrası Türk şiiri gibi. (Bunu gelecek yazımda ayrıntılarıyla anlatacağım. Hilmi Yavuz’un muhafazakâr ve hatta gerici biçiminin nasıl gerici ve kopuk bir şiire yol açtığına dikkatinizi çekmekle yetineyim şimdilik.) Üzerinde ayrıntılarıyla konuşulması, çözümlenmesi ve mahkûm edilmesi gereken bir dönemdir 80’li yıllar ve onun sanatı. Günümüzde yeni şiiri hedefleyen girişimler görülüyor mu peki? Evet. Ama şimdilik sadece bir kişi tarafından. O da Ahmet Güntan şiiridir. Ahmet Güntan sadece Türkiye sınırları içinde anlamını ve bağlamını bulan bir şiir yazmıyor, onun şiiri dünya çapında bir öneridir. (Üzerinde ayrıntılarıyla duracağım.) Heves, Ücra gibi biçimi devrimci bir bakış açısıyla ele almaya çalışan (Ücra’yı henüz pek anlayamıyorum) girişimler de olmuyor değil. Ama bunların da ince elenip sık dokunması gerekiyor. Yazının sonuna geldik, ama biçimin politikası üzerine birkaç sözden fazlasını söyleyemedik. Ama şunu net olarak belirteyim: Biçim devrimci olacak ki ona uygun öz kendini görünür kılabilsin. Haftaya devam edeceğim.
Osman Çakmakçı, 12 Ocak 2010, Birgün.


BİÇİMİN DEVRİMCİ İMKÂNLARI
Geçen yazıyı “Haftaya devam edeceğiz,” diye bitirmiştim, ondan bu yana tam dört hafta geçti, biraz rahatsızlandım, biraz da zihinsel olarak yorgun düşmüştüm. Böyle bir durumda insan çalakalem, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yazacağına hiç yazmamalı daha iyi. Ben de öyle yaptım. Yazmadım. Şimdi ise kaldığımız yerden devam edebilecek durumundayım artık.
Çok önemli bir sanatsal meseleye giriş yapmıştık geçen yazımızda. Bu sanat ve edebiyat tarihinin en kadim, fakat gene de üzerinde anlaşılamamış, tam bir çözüme ulaşılamayan meselelerinden biridir. Biçim-öz ilişkisi/diyalektiği. Bu konu üzerinde sayısız yazı yazılmıştır elbet, ama gene de her sanatçı bu meseleyi kendisi çözmelidir, zira her yeni sanatsal girişim ve ürün (diyelim yazılan bir şiir, yapılan br resim, bestelenen müzik eseri vs.) kendi meselelerini beraberinde getirir, zira her bir sanatsal girişim aslında (belli bir geleneğin içinde yer almasına karşın) yepyenidir, dolayısıyla karşılaştığı sorunlar da yepyenidir. Her seferinde yeniden çözümlenmesi gerekir. Bunu yapabilmek için de sanat eserine onu yarattığınız anda bile belli bir mesafeden, soğukkanlı ve eleştirel bakabilmeniz, bir yandan spontane olmanız gerekirken, bir yandan da kontrollü olmanız gerekir. Sanat aslında bir batında mükemmelen doğurmaktır. Bunun için de kendi kendinizin ebesi olmanız gerekir. Doğuran da doğurtan da sizsinizdir.
ÂSÂSININ UCUYLA GÖREN BİR KÖR
Meseleye şiir açısından yaklaştığımızda, özellikle ülkemizde, bu sorunun üzerinde günümüzde dahi yeterince ciddi ve yoğun biçimde düşünülmediğini ileri sürmek pek de haksızlık etmek sayılmaz. Peki hiç düşünüldüğü olmuş muydu ki? 2000’lerle birlikte özellikle gençlerin şiirde deneysel ve biçimsel arayışlara daha pek yoğun bir biçimde yöneldikleri söylenebilir, ama bu arayışlar belli bir düşünsel ve poetik programın sonucu mudur, yoksa daha çok tesadüflere dayalı, rastgele ve hatta körü körüne midirler? Şiir öyle bir sanatsal alandır ki, hem gözü kapalı ilerleyeceksiniz, hem de nereye ilerlediğinizi bileceksiniz.
Asasının ucuyla gören bir kör gibi. Şairin şiir yazarken (ben şiirin yazılamayacağına, ama ancak şiirin şair aracılığıyla kendini yazdığına inananlardanım; bu mistik ve hatta doğaüstü (sanki şiir doğal bir şeymiş gibi) bir görüş olarak değerlendirilebilir ilk bakışta, ama kesinlikle rastgelelikten, programsızlıktan ve en önemlsi de felsefeden ırak değildir) kendi kendisine sorması ve yine kendi kendisine kendi cevaplarıyla cevaplaması gereken sorular vardır. Öncelikle şair nasıl bir çağda yaşadığını çok iyi çözümlemeli, çağa karşı bir tavır geliştirmeli ve şiirini ileride bir poetika haline dönüşecek olan bu tavrın doğrultusunda yazmalıdır. Eğer bir şair yazdığı şiirin hesabını veremiyorsa ne yazdığını, nasıl yazdığını ve niçin yazdığını bilmiyor, belli bir şiirsel bilinçle yazmıyor, ama aslında tesadüfen ve keyfi yazıyor demektir. Oysa içinde yaşanılan çağla (ve dolayısıyla önce toplumla, sonra dünyayla) anlaşılır bir ilişki içinde olmayan, hatta böyle bir ilişki kurmanın gerekliliğinin bile farkında bulunmayan bir şiir, yalnızca ve ancak kadük olabilir. Asla sanat eseri olmaz. Şiir dağların zirvesindedir, eteklerde dolaşanlar müsvette ve imitasyondur, yok, müsvette ve imitasyon bile bir bilinç ve çaba gerektirir, benim sözünü ettiğim sorunlara uyanık olmadan şiir yazdım sananlar sadece çöp ve pislik üretirler. Günümüzde son 40 yıldır olduğu gibi bol miktarda çöp ve pislik üretilmektedir.
Batı’ya baktığımda, öyle hissediyorum ki, bizden çok daha reel bir dünyada yaşamışlar ve yaşıyorlar. Biz Batı’nın doğusunda, Doğu’nun batısında yer alanlar ise daha çok perspektiften yoksun minyatür benzeri bir dünyada yaşamışız. Şimdilerde bu biraz değişiyor gibi. Perspektif dediğimiz, üç boyuttur, derinliktir. Perspektiften felsefe çıkar, boyutsuzluktan ise dogma. Perspektiften gerçeklere dayalı kavramlar çıkar, boyutsuzluktan ise önyargı ve klişe. Perspektifte hayata dokunursunuz, boyutsuzlukta onun siluetine. Bu böyle sürer gider. Niye söyledim bunları? Şunun için: Başka alanlarda olduğu gibi sanatsal ve düşünsel alanlarda da Batı kendi yaşamının getirdiklerine karşı daha duyarlı olmuş, bu duyarlılığa dayanan bir eleştirel bakışla görüş açıları geliştirmiş, doğru ya da yanlış ama tepkiler vermiştir. Müdahale etmiştir. Biz böyle bir davranış silsilesinden yoksunuz. Zira böyle bir silsilenin temelinde gerçekliği mümkün olduğunca geniş bir biçimde kapsayıp kavrayan felsefe vardır. Bizde ise felsefe yoktur. Daha çok akıl yürütme, sanılarda bulunma ve komplo teorileri vardır. Biz üretmeyiz, ama hakkında konuşuruz. Yaratmayız, ama lafını ederiz.
ŞİİR, YEGÂNE HAKİKAT
İçeriksiz biçim boştur; biçimsiz içerik ise vücut bulmamıştır, var olamaz. Ama ne var ki, yeni bir öz, demek içerik, yoksa eğer, bunun koşulları oluşmamışsa, bulunmuyorsa, yeni biçimsel arayışlar da birer fantezi olmaktan öteye gidemez. Demek ki önce öz yeni olacak, şair ya da sanatçı yeni bir özle karşı karşıya kalmış ve eski yıpranmış biçimlerle bunu ifade etmekte zorlanıyor olacak; eski biçim yeni özü dışa vuramıyor olacak. Önce bu olacak ki, daha sonraki biçimsel arayışlar anlam kazansın; kalem oynatmaktan öte bir anlamı olsun. Ben öz’e anlam da derim. Anlamın da görünür olabilmesi için kendi formunu bulması gerek.
Peki günümüzde ülkemizde, bizim toplumumuzda yeni içeriklerin ortaya çıkmasına neden olabilecek koşullar bulunuyor mu? Var mı bu koşullar? Olmaz olur mu? Hem de her zamankinden daha çok. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir, şiir ya da sanat kendi geleneği ve macerası içinde de tıkanabilir. Bu daha çok şiir içi bir mesele olsa da geçerlidir. Şiirin kendi geleneği içinde tıkandığı noktaya gelinmiştir. Hem bu yalnızca ülkemiz şiiri için değil, bütün dünya şiiri için de geçerlidir. Şiir öyle bir tıkanma yaşıyor ki neredeyse yok olacak; kapitalizm ve onunla birlikte burjuvazi de bir yerlerine kına yakacak. Zira şiir yegâne hakikat işaretlerinden biridir ve kapitalizm hakikatten hoşlanmaz, hayal dünyasını yeğler, uyutmak için. Ama şu da var: şiir her ne zaman sıkıştırılmışsa patlamıştır. Şimdilerde de patlaması beklenir.
Daha henüz konuya giremedik, dolayısıyla yazı tamamlanmadı. Haftaya devam edeceğiz.
Osman Çakmakçı, 16 Şubat 2010, Birgün.

17 Şubat 2011 Perşembe

Parçalı Ham. kitaplaştı!

PARÇALI HAM MANİFESTO.
1. Şiiri yaratma, yavaşça ara.
2. İçeride değil, dışarıda - somutta.
3. Beyin kimyana ihanet etmeden bak. Nasılsa seni kimse takmıyor.
4. Gözlemlemediğin, dokunmadığın şeyi şiire sokma.
5. Görmediğin coğrafyaları, yaşamadığın tarihi yazma.[Kitaplardan somut bilgiyi ham olarak alabilirsin.]
6. Sıfatlardan kaçın.
7. Dize kurma.
8. Kafiye yapma.
9. Söz sanatlarından sakın.
10. Gizli gönderme yapma. Okuyucunun donanımına ihtiyaç duyma.
11. İmgeyi bilgi vermek için kullan.
12. Tıfıl Garson’u unutma.

14 Şubat 2011 Pazartesi

heves şairlerinden gelsin

Susmak, susmak, hiç kimsenin...

"Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; hele benim, ben ki sık sık anlattım, üstelik raporlar yazdım; hâlâ da bakıp dinliyorum, buna karşılık hemen hiç soru sormuyorum artık. Hayır, benim hiçbir şey anlatmamam, dinlememem gerekir, çünkü anlattıklarımın tekrarlanmaması, bana iftira atmak için kullanılmaması, beni mahvetmemesi, daha da beteri, sevdiklerime karşı kullanılıp onlara hüküm giydirmemesi benim elimde olmayacak asla."
Javier Marias, Yarınki Yüzün'den.

13 Şubat 2011 Pazar

Domates

Tembellik aylarım bitmedi. Aslında çevremdekiler iyi bilir ki, çalışkan bir adamım. Şiirden bahsederken de kendimden nadiren bahsederim. Şiirden bahsederken kendinden bahsedilmesinden de çok hoşlanmam. (Hayır, feci derecede kendini beğenen bir adamım üstelik.) Yazılarımda öyle şeyler yoktur ama bu sefer tembellik aylarımın hüküm sürmesinin hatrına böyle yazacağım. Yani hem tembellik hem kendinden bahis.
Heves kapanınca bir saldırı olacağından adım kadar emindim. "Doğada boşluk yoktur" ne de olsa... O boşluk da çeşitli tartışmalarla doldurulmaya çalışılıyor işte. Türk Şiiri'nin bütün meselesi buymuş tribi yapmanıza bayılıyorum yani. Bugün çoktan kabul edip kaldırmış olmamız gereken bazı şeyleri neden tartışmamız gerektiğini anlamıyorum mesela. Bir kere kitap-lık'ın merkez olduğu filan yok. Adına ve isim seçimine takıp başka bir şeyini tartışmadığınız ŞMK'de söylemiştim: Enis Batur'a vurmak bile klişe. Batur şiir adına ciddiye alacağımız bir isim midir? (Belki sütte ne çok kan'la ya da koma provaları'yla. Arada üç beş şiir. Başka bir şey bulamıyorum ben kendi adıma.) O nedenle "kitap-lık'a mıydı pozunuz?" olaylarını da anlayamıyorum doğal olarak. heves'te yazarken kitap-lık'ta yazı yayımlamış birisi olarak konuşuyorum. Kitap-lık'ın merkez/iktidar olduğu sayıltısından vazgeçin, masayı boşuna işgal etmeyin.
Bir başka mesele de Osman Özbahçe. Bu sayı (14) Karagöz'de heves ile fayrap'ın nikahını Ahmet Güntan üzerinden kıymaya çalışmış. Birbirimizden çok hoşlanmasak da (ve hatta işi soyadımla dalga geçmeye götürecek kadar terbiyesizce davranmış olmasına karşın) ben Hakan Arslanbenzer'e karşı belirli bir mesafede duran birisiyim. Yani doğrusuna doğru, eğrisine eğri diyebilecek kadar mesafede. O nedenle rahat konuşuyorum. (Belli ki Özbahçe o mesafeyi kaybetmiş.) Hakan Arslanbenzer dergicilikten anlayan bir adam. Bu numaralara gelmeyecek kadar olayın farkında ama ben de Hakan Kalkan'dan, Esma Toksoy'dan bir şey olmayacağının, olmadığının farkındayım. Onlardan bir şey çıkmayışının üstünü dergicilik taktikleriyle kapattığını görüyorum. Özbahçe, yazılarından okuduğum kadarıyla şiirden az çok anlayan birisi. Madem öyle neden heves'le fayrap'a nikah düşürmeye çalışıyor? Buna çoluk çocuğun bile güleceğini bilmiyor mu? Biliyor şüphesiz. İki rakibini birden aynı potada eritmek gibi berbat bir taktiğe başvurmasına gülüyorum ben de o halde. Özbahçe bununla da yetinmiyor. Serkan Işın'ın peşine takıyor bütün heves'i. Serkan'ın gittiği yolları heves'in izlediğini söylüyor. Artık Özbahçe'nin şiir bilgisinden şüphe edebiliriz. Mesela bilmediği konularda (Enis Akın'ın Hilmi Yavuz'a yaptığı eleştiriden sonra dergiyle ilişkisinin kesilmesi gibi.) konuşmasını şaşırtıcı bulmuyorum. Her insan hayatta en az bir kez bilmediği bir konuda konuşmuştur ama ne bileyim yanında hava atmak istediği biri falan vardır herhalde. Neyse Serkan'ın şiirsel atılımını keyifle ve dikkatle izleyen birisiyim. Birçok konuda uzlaşamayabiliriz, gerek de yok o klişeyle. Ama Serkan'ın "yüzey şiir"den bu yana yaptıklarını düşünüyorum da oradan (Serkan'ın kendisi dışında) bir kanal açıldı mı hiç emin değilim. Görsel şiir önemli bir çabadır, eyvallah. Durup düşünelim, kendi metinlerini çıkarabildiler mi? Hayır. Barış Özgür için "olmaz" dediğimde o zaman heves'in editörü olan arkadaşlar kızdı bana. Onların da eline sağlık. Bu bahsi uzatmaya gerek yok.
Heves'e vurmak için karayazı'ya sarılmayı da saçma buluyorum. Ben zaten Karayazı'yı neredeyse tamamen saçma buluyorum. Yani zaten Mehmet (Öztek) onlara detaylıca bir yanıt vermişti, bir tur daha üstünden geçmeyelim. Dümdüz oldu adamlar zaten. "alelade" (heves, XVII) gibi bir şiirden sonra "Tamirci Çırağı" (karayazı, sayı: 3) gibi bir şiir yazan Ersun Çıplak'ın ödünç algı filan demesinin ilertutar bir yanı yok. "Tamirci Çırağı"nda kullanılan teknikleri daha önce Enis Akın ve Aslı Serin'in de kullandığını bilen biliyor, bilmeyen karayazı'nın numaralarını yutuyor. Yazarlara söylemediklerini söyleterek, ödünç algı filan deyip çamur atarak yazanlara Enis Akın ya da Necmi Zeka'nın neden tepki vermediğini (Aslında Akın kısmen verdi sayılır. Anti-kariyerist manifesto yayımlayacaktı. Kaldı sanırım o iş?) merak ediyorum kendi adıma. Çünkü onları önemsiyorum, saçmalamaları değil. Kısacası: Karayazı? Geçiniz.
Buna değinmesem olmaz. Neden olmaz? Canım istiyor ondan. Hakan Arslanbenzer'in son dönemdeki iki tespitine katılıyorum: 1) Türkiye'de şairler orta ve alt-orta sınıftan gelmenin ve kültürel olarak oraya ait olmamanın belasını hep yaşamışlardır. (Bu, ayrıca tartışılması gereken bir şey.) 2) "Zaten hevesçiler her zaman öyle ya da böyle bir ekip görüntüsü vermekten kaçındılar. Birlikte göründüler ama ekip olmayı reddettiler. " demiş. Büyük oranda haklı bence. Ama farklı bir yerden. Ben heves'in tam anlamıyla ekip olmayı beceremediğini düşünüyorum. Yani red, değil de dinamikler, kişilikler, olaylar ona izin vermedi gibi. Neyse, heves editörleri benden daha iyi yanıtlayabilirler belki bunu. (Sanıldığının aksine heves bence editörlerinin çabasıyla yürüyen bir yayındı. Ekip değillerdi yani. Örneğin ben Burak Acar'ı hayatımda iki kere gördüm, birinde on beş dakika.)
Heves, fayrap, karagöz, mahfil. Dördünü bir potada eritenlere hep savaş açtım. Dördünü de önemsediğimden. Yunus Nadi Ödülü almış 60 yaşındaki amcalara veyahut heves'e bir şiir gönderip mevzuyu çözdüğünü sanan gençlere (valla, lafım sonatçılara değil, o kendini biliyor) de... Konu şiir olunca afedersiniz babamı tanımam, zaten benim babam şiirden anlamadığı için edebiyat dergisi okumuyor. Çok modern geliyormuş ona mevzular ve şiirler. Reddin de mantığı olur, yoksa onu buna ekle, bunu buna koy mantığıyla pazardan domates dahi alınmaz.

Şekle inanıyorum

“Şekle inanıyorum, çünkü kurduğu zaruretler ve getirdiği zorluklarla o bana, kendimi tahakkuk ettirmek imkânını veriyor. Onu ararken kendimi buluyorum. O beni ayıklıyor, temizliyor ve derinleştiriyor. O benim hareket sahamdır, bu üç veya dört kıt’a içinde ben muhaberelerimi veriyor, zaferlerimi kazanıyor ve ricatlerimi idare ediyorum. Ve her defasında çok esaslı bir şeyi, bir oyuna riayet etmeği öğreniyorum.
Sözümü başkalarının sözünden ve sükûtumu başkalarının sükûtundan ayıran odur.”
Ahmet Hamdi Tanpınar

11 Şubat 2011 Cuma

Kayıp Otoban

Hakan Arslanbenzer fayrap blogunda birtakım ithamlarda bulunmuş, yavşak olup olmadığımı açıklığa kavuşturmam gerektiğini söylemiş. Bütün gün dışarıda, iş güç gailesindeydim, okuyamadım. Google’da ön bellek görüntüleri de yok. Arslanbenzer iki yazı yazmış. Sonra ikisini de silip bir üçüncü yazıyı yazmış. Kayıp (Otoban) Metin’(ler)den dolayı muğlak bir durum var. Sis bulutuna karşı yazıyorum. Bana aktarılanlardan anladığım kadarıyla, Arslanbenzer bir bardak suda fırtına koparmaya çalışmış. Benim şiirpostası’ndan ayrılmama/çıkartılmama sebep olan olay 2004’te Ata Erbayav diye bir müsteara “liboş göt” dememdi. Arslanbenzer bunu Kitap-lık’la ilişkilendirerek hatırlamış galiba. Hatırladığım kadarıyla, o yıllarda Kitap-lık’la ilgili yazdığım yorum; genç şairlerin Kitap-lık’ın sonundaki özgeçmişlerine yönelik bir eleştiri ve yine genç şairlerin başka dergilerde yayımlanan şiirlerini künyesiz olarak gruba geçtikleri halde, Kitap-lık’ta, Adam Sanat’ta yayımlanan şiirlerini nal gibi künyeli olarak paylaşmalarına yönelik bir saptama ve dalga geçmeydi. Ötesini hatırlamıyorum, hafıza-i beşer de nisyan ile maluldür, başkaca bir şeyler çıkarsa da utanmam. Yine aynı postada 2001’de beğendiğim genç şairler olarak Bejan Matur ile Altay Öktem’i belirtmişliğim var. Gelişmekten, tekamülden de, geçmişten de utanmam. Alnım açık.
Bunları Hakan Arslanbenzer bal gibi bilir. 8-10 yıl sonra neyin hesabını niye sormaya kalkıştığını anlayamadım doğrusu. Tutturmuşlar bir Kitap-lık. Üstelik benim Kitap-lık’ta hiç şiir yayımlamadığımı iddia ettiğimi de yazmış herhalde. Kitap-lık’ta iki şiirim yayımlandı, ikisi de ikinci kitabımda var. Böyle bir atıp tutmaya kalkışmam için “yavşak” değil düpedüz aptal olmam gerekir. Neden böyle saçma, temelsiz bir iddiada bulunayım. Arslanbenzer kendi blogunu açıp bakarsa Kasım sonlarındaki bir tartışmada “dergisi kapanınca kitap-lık’ta şiir yayımlayan heves şairleri muhalif mi şimdi?” gibi bir yazısına yazdığım “heves kapandıktan sonra kitap-lık’a -henüz- şiir göndermedim, ama” diye başlayan, “kitap-lık’ta korsan mitinge burun bükmem” diye devam eden yorumumu görebilir. Bu ne demek; Ağustos’tan Kasım’a daha üç ay geçmiş, o “heves kapandıktan sonra Kitap-lık’a şiir gönderenler” arasında adım geçmiyorsa tesadüftür, henüz göndermemişimdir. Hoş, Kasım’dan sonra da göndermedim, son günlerde ise artık bu dergi ortamındaki dedikoduların verdiği bıkkınlıkla “dergilere elveda” dedim, hatta yazdığım bir şiiri de bu bloga koydum, yarın öbür gün bu kararım da değişir, gönderirim bir yerlere ya da delirir tek sayfa tek kişilik bir dergi çıkartırım. Hata, tutarsızlık kollamaya devam edin. Hay bin dergi ya, ıncık cıncık bütün duygularımın hesabını vermeliyim sanki. Üstelik heves’le ilgili söz almaktan yoruldum ve sıkıldım, sıradakine bakmak istiyorum, what’s the next yani, ama bir türlü bırakmıyorlar, sürekli gıdıklayıp ortaya çekmeye çalışıyorlar.
Bu Kitap-lık meselesi etrafında kopan fırtınanın büyük kısmı küçük oyuncuların ve azılı fesatların koşturmacası. Arslanbenzer de farkında mı bilmiyorum, o azılı fesatlardan biriyle işbirliği yapmış. O anadan doğma fesat ki, “Kitap-lık’ta birbiriniz hakkında yazdınız” der de, birbiri hakkında yazılarda Mehmet Öztek’in Ali Özgür Özkarcı’yı, Mustafa Bayram Mısır’ın da Mehmet Öztek’i sayfalarca kıyasıya eleştirdiğini nedense görmezden gelir. Kaldı ki, birbiri hakkında PR yapmanın kitabını yazmıştır bu azılı fesat ve etrafındakiler. “Sözümona eleştiri”rken nedense bir türlü esasa da gelemezler, yani yazıların içeriğine. Yoksa şairlerin, şiiri üzerine kafa yorduğu şair arkadaşları üzerine yazı yazmaları olağan bir şey. Yazının niteliğine bakacaksın; fesatlarınki gibi bülten yazısı mı, yoksa eğrisiyle doğrusuyla kafa yormanın ürünü mü? Geçelim. Hınç bunların tabiatıdır. Ağır Ol Bay Düzyazı’nın siyah sayfa uygulamasını kendilerine hakaret sayıp (“ne yani biz kötü şiir mi basıyoruz mesela?” deyip) Selçuk Yamen’e burunlarından soludukları bile vakidir. Bu işler öyle Serkan Işın’ın yaptığı gibi “biz her paylaşıma açıktık” tarzı sulandırmalarla açıklanamaz. Serkan Işın, sağlam adımlarla başladığı yolda PR uğruna, müşteri temsilcisi bulma uğruna, görsel şiir bir yana, 2000’lere bir yığın parazit hediye etmiştir. Sonuç: Geçenlerde “2004 yılından beri somut olarak görsel şiir ile uğraşan birkaç şairin başına gelenlerin incelenmesi, muhtemelen edebiyat/dışı sayılan tüm disiplinler için ilginç bir deneyim olacaktır, olmuştur. Bir şeyin devam etmemesini, onun hakkında fikir fikriyat üretilmesinin engellenmesini, ne bileyim, tartışılmasını bu kadar az isteyen başka kuşaklar olmuş mudur, bilmiyorum (var ve biliyorum gerçi).” diye yazmış sitesinde. Hahaha. Cümle bozukluğu bir yana (devam etmemesini bu kadar az isteyen (what?) / fikriyat üretilmesinin engellenmesini bu kadar az isteyen (what?) / tartışılmasını bu kadar az isteyen) ne demek istediği anlaşılıyor. Elinizden tutan, kolunuzu zincirleyen mi oldu? Bu saçmalıkları bugün doğanlara 20 yıl sonra yuttursun Işın. (Ha tabii, 2000’lerin tarihini yazmaya çalışan bizdik değil mi!) Poetikhars arşivlerinden bahsediyorlar bir de sıkça, Onur Kuzgun’un Suzan Sarı’ya yazdığı nefis yazıyı neden bulamıyorum? Başka nicelerini de. Bir el atsalar. Görsel şiir bugün ürünsüz reklam kampanyası gibi bir şey. Serkan Işın’ın yaptıkları var, Barış Özgür’ün yaptıkları var, diğer birkaç isim ise birkaç umut vaat eden çalışmadan öteye gidemediler. 2006’da Siyahi’ye yazdığım yazıda da görsel şiir bağlamında özellikle bu iki şair üzerinde durmuştum. Serkan Işın’a da biz sormasak gelecek kuşaklar soracak: “Hocam, iyi güzel de, yapıtlar nerede? Şarkdemir’inkiler mi, fesatınkiler mi, diğerleri mi... onlardan da, o şiir bilmeyen photoshopculardan da hayır gelmemiş ki sana!” Işın, keşke beş benzemez misali bir araya gelip sayfalarını (artık 16-16-16 düzeninde mi bilemiyorum) bölüştükleri Karagöz gibi dergilerdeki komşularına sorsaydı, görsel şiirle ne ilgileri olduğunu, samimi fikirlerini. Işın, “Aslı soruyu cevaplamamış” deyip duruyor ama cevaplanmayan soru Aslı’nınki. Kitaba gelmesine de gerek yoktu, Işın’ın Kitap-lık’ta şiirleri yayımlanmadı mı? Bu aklıevvel ve durumdan vazife çıkarmaya çalışan fesat, madem böyle bir cadı avı başlatmak istiyor, aynı soruyu yamanmaya çalıştığı (son kapı mı acaba?) Işın’a da sormuş mu? Soru bu kadar basit. Tabii en iyisi ahlak zabıtalığını bırakıp şiire gelmesi. Görünen o ki, Kitap-lık’ta şiir yayımlamanın yazdığını yayma dışında pek bir numarası yok ama Kitap-lık’ta yayımlayanları içeriğe bakmaksızın yaftalayarak kendine bir muhalif kimliği ısmarlamanın avantası bol. Kısa yoldan 15 dakikayı aşkın muhalefet şöhreti yani. Bravo. Fesatın, gelen yazılardan sonra “bir tane daha geldi” çığlıkları atması da (sessiz çığlık mı demeli, onun dilinden konuşacak olursak) manidar. Yazdıklarıma engel olamazsınız, ancak tepki verebilirsiniz, gibi bir şeyler de demiş. So what? Biz ne yapıyoruz? Burası internet demokrasisi, kim kime engel olabilir, burası fesatların krallığının toprakları.
Neyse, konu dağılmasın. Çok ilginç bir konu bu. Hiç istemiyorum dağılmasını. Eğri oturup doğru konuşalım; 2000’lerin paylaşım savaşını en önce en geridekiler başlattı. O azılı fesat gibiler yani. Küçük oyuncuların ve azılı fesatların adını anmam, onu geçiyorum. Bir telaşla hepiniz bu paylaşım savaşınızda muvaffak olmaya çalışıyorsunuz. Ne diyeyim, Allah kolaylık versin. İşin komik tarafı, savaşı bizim yaptığımız yönünde endişeli bir reklam kampanyası başlatmış olmanız. İşte buna gülüyorum. Çünkü şiirler ortada. Hata Devam Ediyor da ortada, Akasya Durağı da ortada, Nesnevi de ortada. Endişeye mahal yok yani. Durun, hemen alınmayın, sadece hepsi ortada dedim, hepsinin ortada olmasından bu kadar korkmayın, bunun üstünü laga lugayla örtmeye çalışmayın, açın şiirlere bakın.
Ha, ne diyordum? Hırs, haset, hezeyan, bunlar yeri geldiğinde epey kötü şeyler. Arslanbenzer kendi kendini durduk yerde niye dolduruşa getirdi, niye böyle “şerefli ikincilik” psikolojisine girdi bilmiyorum ama girdiği istikamette bir yanında o azılı fesat var diğer yanında heves artıklarının karayazılamaları. [Günahını almayayım; son mahalle kavgasında Karayazı’nın bana yönelik aleni iftiralarına karşı tavır almıştı Arslanbenzer (ne yalan söyleyeyim Enis Akın’dan beklerdim), minnet de duymuştum, ama sonra ne olduysa yine aynı kompartımana girdi. Arslanbenzer’in kendi deyimiyle “iyileri sevip kötüleri desteklemek”tir bu]. Zaten bize kızan, Karayazı’ya sarılıyor ya neyse, demirden korksam trene binmezdim. Allah selamet versin, ne denir ki, tepe tepe kullansınlar birbirlerini. Arslanbenzer bir taktisyen tabii. Ne zaman Fayrap’ın üstüne bir ölü toprağı serpilse bir heves kavgası (Allah Allah acaba neden başka dergi değil) patlatıp ekibini elektriklendirmeyi, şöyle bir silkinmelerini sağlamayı bildi. Gitgide kolaycılığa da dönüştü galiba bu taktiği; heves ölmüş, geride kalmış, heves’in ölüsüyle kavga ediyor bu sefer. Dirisiyle başa çıkamadı, ölüsüne karşı bir şansı olur belki, Allahtan ümit kesilmez.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Kafamızı ne yana çevirsek, herkes "Önder"

Derya Önder’in gerçekten bir şiir beğenisi var mı, ondan emin değilim. Ne bileyim, bana hiçbir zaman konusuna hâkimmiş gibi gelmedi. (Bütün yazılarını okumadım elbette) Belki de okuduğum yazılarında, vakıf olmadığı konular hakkında genelgeçer hükümler veriyor olması bana bunları düşündürmüş olabilir. Pekâlâ, yanılıyor da olabilirim. Ama şundan eminim; 2000’ler ile ilgili yazdıklarına, o dönemin dergilerini yorumlayışına bakınca; 2000’ler meselesine bir telaşla iliştiği, meseleyi kavramaktan uzak, bilakis bu meselelere sonradan “bulaşık” olmaya çalışan biri olduğu görülüyor.
Ne var ki, 2000’ler üzerine yazarken amacının ne olduğunu da anlamadım. Edebiyat tarihçiliği desem, içimdeki kazma hemen konuşacak: “Edebiyatın tarihi olmaz…” diye… Önder bir yöntem sahibi değil. Yordam da bilmiyor. Burası da twit'lerinden belli.
“Heves”in kapanması, kimilerinde kalp çarpıntısına neden olmuş besbelli. Önder de “tetikçi”lerin arasına kendini yazdırmak istiyor. Ama öyle vuramıyorsun işte. Geldiği argüman da komik. “kitap-lık niye hevesliymiş!?” Daha enteresanı, Derya Önder’in EB’den sonra EB’den önce diyerek, geçmişini reddetme raddesine varmış olması. Birden Önder’i heves'i görünce, EB’ye sığınırken buluyoruz. Bir kere ben EB’ye Enis Batur diyorum. Bildiğim kadarıyla Enis Batur’un yanında yetişmişler, onunla birlikte çalışmış olanlar, ona EB diyorlar. Benim bilmediğim Önder’in yazıldığı okullar var da, benim mi haberim yok? Mesele madem kitap-lık, o zaman okuduğunu anlayacaksın Önder. İki sayıdır kitap-lık'ta İbo konuşuluyor. Bunun neresi fena. Sen de inkâr fırtınalarına girmediysen, kitap-lık'ta inkârlar da yayımlanıyor, bu duruma bayılmasan da hoşnut olman gerekmez miydi?
Önder, Öteki-siz dergisini 2000’lerde çıkan dergiler içinde değerlendirmekten çekinmiyor. Evet, şu kuşak meseleleri sıkıcı meseleler. Kuşak dediğin şey, biyolojik yaşla ilgili bir şey değil; aynı şey dergiler için de geçerli. Öteki-siz doksanların dergisiydi. Bir tür “tutunamayanlar” tribidir. Pozu solculuktur ama sol argüman, sol hakkında net bir duruşu yoktur. Sadece solun imgelerine göndermelerde bulunan şiirler yazmışlardır. Konforludurlar.
Önder’in işi bilmediği ortaya çıkmıştır. 2009 yılında bir gün, Derya Önder 2000’lerle ilgili bir şeyler yazmaya kalkışıyor ama yazdıklarından edindiğim izlenime göre, 2000’lerde ne olup bittiğinin farkında değil. Bakın ben de değilim. Hakan Şarkdemir gibi. Ama en azından tarihsel olarak sıralamayı, işin aşama aşama nasıl gittiğini biliyorum. Yani şahidim sadece. Derya bunların da farkında değil. Sonuçta 2000’lerle ilgili bir dizin çalışması yapılması artık zaruridir. Ama yorum olmasın. Sadece döküm. Çünkü her şey orada gizli.
Kitap-lık’a gelince, önce okuduğunu anlamak tavsiyedir ve de önceliklidir. Gerisi senin yaptığın gibi (şiirler/yazılar üzerinden konuşmak dururken) malumatfuruşluğa, üstünden, kıyısından köşesinden konuşmaya, en nihayet dedikoduya girer. Boşver bu işleri.

nerde tırak orda bırak

Şu ergen takıntıları olanlardan sıkıldım. İsmim ve soy ismim üzerinden tartışma yürütenlerden yani. Derya ufak değinideki üsluptan şikâyetçi olmuş ama şu aslı gibidir, serin gibi saçmalıklardan da alıkoyamamış tane tane saçmaladığı yazısında. Sakin biri değilim, hiç olmadım. Sakin insanları da pek sevmem. O yüzden maddeler halinde cevap veremeyeceğim. Sağolsun Derya öğreten abla rolünü pek bi sevmiş, okuduk kırdık kabuğumuzu. Sınıf geçmek için bu ablanın blog yazılarını okumak gerekiyormuş. Ama ben okula kayıtlı değilim, bırak farklı sınıflarda olmayı. Sen bu abla rolüyle prof. luğa filan oynarsın. Takılırsın baki’yle akademik akademik. Bloga da bi göz attım ayrıca, ama, seninki kadar uzun değil benim gecelerim. Nerde tırak orda Derya bloguna ayıracak çok zamanım yok.
Gelelim cehaletine, Serkan Işın’la kurduğum bağlantıdan Serkan’ı abim ilan etmene şaşırmadım. Alışıksınız siz ağabeylere ablalara. Daha söylememişsin ya abine :). Bu durumu, hani yazında bolca arkadaşlarına sor tavsiyeleri vermişsin ya, sen de Serkan Işın’a sor bakalım. yky’yi sor, Enis Batur’u sor. Ben seni sordum. Ama ikinci ağızdan olmasın, onlar isterlerse açıklarlar bu söyleşilerdeki durumu. Sonra da ittifak diyeceksin. Seveyim ittifakı :). 7 yıl aynı dergide yazdık. Heves açıkken ne çok önem vermişsin bizimkilere. Şunla şunu yaptım bunla bunu. E ben de bunu diyorum işte. Dergi kapanınca twitterdan bıklamak da neyin nesi? Ama rahatlayacaksan söyle bi dergi, onda yayımlayalım şiirlerimizi. Ne de olsa ilk şiir yayımladığımız dönemlerde evine davet etmişliğin var. Bir de beni unutkanlıkla suçluyorsun Derya, öteki-siz’e yani evine davet eden sendin. Kadınlarla ilgili bir çalışma diye hatırlıyorum. Bak ama emin değilim insan unutuyor. Mesela sen milliyet sanat karınağrım var diyorsun ama, biyografine “İlk Şiiri 2000 yılında Milliyet Sanat Dergisi‘nin genç şairler bölümünde yayımlanan "mektup" adlı şiirdi.” notunu iliştirmekten de geri durmuyorsun. 27 yaşındaymışsın bir de, gençliğin biraz üstü yani. Sadece karınağrım var da demiyorsun, yayımlamadım diyorsun. Ama bunu yalan söylüyorsun diye iliştirmedim buraya. Gençken ilk şiir yayımladığımız dönemlerde yani, hatalar yapabiliyoruz. Yaptıklarımızdan iğrenebiliyoruz. Ben mesela ne olduğu belli olmayan toplama öteki-siz dergisinde şiir yayımladığım için gerçekten pişmanım. Ama inkâr ediyor muyum, hayır. Sen de etme. Saydığım 4 derginin dördü içinden de geçmişsin, neyin açıklamasını yapıyorsun. Neyin alakası için kuzey yıldızı dedin diyorsun mesela, aynı şeyden söz ediyoruz işte “alakasızlıktan”. Gediz bile var.
Bir de “İttifaksız hareket edememe sendromun, algılarını da zayıflatıyor sanıyorum.” demişsin de anlamadım. Ona sor buna sor diye kaç isim verip ittifak aradığına bak bir sen önce.
Twitter'da hesabım yok demedim, arzıendam dedim Derya. Sana twitter şairi de demedim. Bu kendi yakıştırman. Seviyorum ben interneti de semalarını da. Ayrıca baksana nasıl takip ediyorsun semalarımızı, duyuru konusunda pek sana ihtiyacımız yok ama yine de sağol.
“pişt heveskuşu” diye yazmışsın twitterdan, ben sana ne kuşu diyeceğimi bilemedim vesselam. Hadi bakalım otur maddele sakin sakin şimdi.