14 Nisan 2014 Pazartesi

enis harikalar diyarında / ömer şişman

Bir süre önce bir köhnelik dayanışmasından söz etmiştim. Evet Enis Akın (bundan sonra sana kısaca “Bay Köhne” diyeceğim), senden ve Prestij Plak ailesi dediğim saz arkadaşlarından bahsediyordum. Epeydir senden gelen haberlere uzak duruyordum, ama bir süredir zırvaların deyim yerindeyse önüme düşüyor, haberdar oluyorum.

Natama dergisinde son yazdığın yazıda, “isim vereceğim ve suçlayacağım” demişsin ama etrafımda dolandığın halde hesapçı davranarak bu eski arkadaşının ismini anmamışsın, beni bu mutluluktan yoksun bırakmışsın. Yazıda yazdıklarını ve ardından sosyal medyadaki çirkin manevralarınızı gördükten sonra, adımı hiç anmadığın halde, bu yazıya ve bu manevralara neden ihtiyaç duyduğunu herkes seni bir zamanlar yakından tanıyan birisinin ağzından dinlesin istedim.

Şiirin köhneliğe ihtiyacı yok
Üç dört yıl önce “2000’lerin kavgası sürer daha” demiştim. Ben bu paylaşım kavgasını epeydir arkama yaslanmış izliyorum. Şiirin bir değeri varsa 10 yıl sonra da olsa, 20 yıl sonra da olsa bulur okurunu, bulmasa da dert değil, şiirle başımız göğe ermedi ki şiirle çökelim. 2000’lerin paylaşımında kendime yer kapmak için senin yaptığın gibi tutup tumblr kızlarına cafe latte yanında fotoğraflanacak dergi çıkartmaya erinirim. Ama sen böyle bir dergide şiirin ağır görevini sırtlanmış abi pozlarında bize saldırıyorsun.

Seninki uyanıklık mı korkaklık mı?
Yazında bizi İtibar’la bitiştirme gayretine girmişsin. Maksadını İtibar’cılar da anlamıştır: İtibar’a ettiğin sözlerle solcuların sempatisini yedeğine alarak saldırıyorsun bize. Uyanıklık mı korkaklık mı, ne demeli bilmiyorum. Sol cenahı garantiledikten sonra başlıyorsun atışa. Yok 160. Kilometre edebi çeteymiş, yok birbirimizi alıntılıyormuşuz, tetikçiler varmış, yok bildirimiz yokmuş şu bu. Bunlara ciddi ciddi cevap vermemizi bekleyen bir sürü var bir de, iyi mi? “Argüman argüman” diye tutturdun, argüman margüman yok sana. İsteyen geçmiş dergileri, bastığımız kitapları okur, bakar, bilgilenir. Bunların hiçbiri ciddiye alınabilecek iddialar değil. Yazdıklarını ciddiye alacak bazı aynştaynları sen zaten etrafına toplamışsın, oradan devam et. Bana 10 yıl bekledikten sonra bunlarla gelme.

160. Kilometre’nin kuruluşunu senin kendine “hazır hükümranlık” arayışını hızlandırdı
Yalnız, ithamlarından biri beni düşündürdü doğrusu. 160. Kilometre için “Elbette karşımızdaki sadece bir reklam ajansıdır” demişsin. Aslında yaşın 50, gençsin, ama stres altında unutmuş olabilirsin. Belki biraz temrinle Pan Yayınları’na nasıl kapılandığını hatırlarsın. Senin manevralarınla Pan’dan ceketimizi alıp çıkmak zorunda kalınca, kendi yayınevimizi kurduk. Bu bağlamda kendini önemli ve anlamlı hissedebilirsin; arkadan iş çevirmelerin yayıncılık planlarımızı hızlandırdı. Senin “reklam ajansı” dediğin yayınevi bu koşullarda, 2000’lerde birbirine yakınlaşan çok sayıda şair ve yazarın dayanışmasıyla kuruldu, hâlâ da öyle yürüyor.

Herkes anlamayabilir ama biz çok iyi anlıyoruz, sen içinden “bunları öldürdüm sanmıştım, eyvah nabızları hâlâ atıyor” diye ağlıyorsun. Devam et ağlamaya. Seninle aramızdaki fark bu: Sen anca insan sömürmeyi bilirsin, bizse emek veririz, tırnaklarımızla var ederiz. Sen Pan’da kurulu düzende bir köşe kaptım diye sevinip vasat kitaplar yayınlarsın orada, biz 160. Kilometre’yi kurarız. Yoktan var etmek ile hazıra konmak arasında bir ruh hali farkı var.

Bir ara seni epey merak etmiştik 
Unutmadan sormak istiyorum, 2004’ten sonra sen nereye kaybolmuştun? Ne olmuştu 2004’te? Ben hatırlatayım. Patronluk yapmak istediğin gençler senin kolaylıkla gerçekleşeceğini sandığın bu arzunu birer birer reddetmişti, olan buydu. Sonraki yıllarda bir görüp bir kaybetmiştik izini: Yasakmeyve, İmgelem Çocukları, Karayazı vesaire. Aradan geçen o kayıp yıllarında heves’te, cehd’de, gak’ta, mahfil’de, ücra’da, poetikhars’ta bayağı iyi şeyler oldu. Yazık, hepsini kaçırmış oldun. Bugün talip olduğun her şey o aralar bu saydığım dergilerde oldu bitti yıllar önce. Aranızda eski bir arkadaşımız da var, ara sıra fotoğrafa boynunu uzattığını görüyoruz. Ona da selamlar, o sana o yılları içeriden bir gözlemci olarak anlatsın.

Hakkını yemeyeyim. Ara ara sesini işitirdik bu yıllarda: “Bunlarrrr var ya bunlarrr! Yakında deneysel şiir ödülü de verir bunlarrr!” Tabii, şiirde yenilik senin tapulu malındı çünkü. Yazık, sakınımlıydın da bir yandan, açıktan isim veremiyordun (hoş, şimdi de Ali Özgür Özkarcı’nın ismini verip devamına ürkmüşsün), kıyamıyorduk senin bu içli hallerine. Bari bir yuva bulsa kendine diyorduk. Karayazı’da biraz demirledin ama sanki. Kendini devrik kral zannetmekten kurtulur da şiir yazar belki dedim. Fakat takdir edersin, Dağdaki Emirler kesmedi beni. Kutsal kitap diliyle liberal damak tadına göre arabesk yapan şair hem anakronik hem hesapçı hem köhnedir. Net. Sonra işte, kekeme şiirlerden gitgide edalı arabeske evrildin, bundan hiç bahsedip seni üzmeyeyim.

Sen bir de düşünce adamıydın değil mi? 
Evet, senin bir de “düşünür” yanın vardı sahi. Düşünmek için her ne yapıyorsan, bırak lütfen. Benim oğlum bina okur döner döner yine okur: otomobil, kariyerizm, konformizm, Turgut Uyar. Sadece son otomobil ve Turgut Uyar yazıların bile yeterince acıklıyken, hem kendine hem başkalarına zulmetme daha fazla.

Hele bu son yazında bir de o arkaik “reklamcı şair” suçlamasını gündeme getirmişsin ki, dostlar alışverişte görsün. Gören de Zonguldak maden ocaklarından arkadaşımız Enis konuşuyor zanneder. Benim bildiğim şu anda sen çokuluslu Amerikan şirketinde edindiğin CEO tecrübenle bir yandan danışmanlık yapıyorsun, bir yandan da televizyondaki edebiyat programına fakslı telefonlu ofis masandan demeç veriyor, şiir komiserliği yapıyorsun. Dünyanın en uslu şairisin sanki ve bize başkaldırı dersi veriyorsun.

Çıkar dayanışması zor iş
Merak ediyorum, toplantılarınızda/dinletilerinizde biri senden beş dakika fazla konuşsa “benden rol çalıyor” diye sinir harbi yaşıyor musun hâlâ? O çok iyi bildiğim meşhur gerilime devam mı? Sosyal medyada görmüştüm, o sazlı sözlü plastik şiir okumalarınızdan (bir yandan gülerken öte yandan başkası yerine utanma olgusu da tam buralarda icat edilmişti) birinde çektirdiğiniz fotoğrafınızda sevgisizlikten, riyakârlıktan ölür gibi bir haliniz vardı. Çıkar dayanışması zor iş.

Bu kadar şamataya rağmen anlaşılamadığı için soruyorum: Peki, Natama’nın bildirisi neydi? Belli ki bir çeşit “hızlandırılmış toplumculuk” kursundan çıktınız hepiniz. Hangi kursa gittiniz? Bu “kurs görmüş toplumcu” halinizin dışında ne olduğunuzu pek anlayamıyoruz. Marie Claire kılığında bir kaybedenler kulübü tribi misiniz, köhnelik dayanışması mı? “Birbirimizi çok seviyoruz” filan diyordunuz çıkışta, bildiriniz sanki buydu. Sen arkadaşlarına tekrar tekrar âşık olduğunu ilan ediyordun. Facebook’a bir müzik koyuyordun, Cihat Duman sana “adamsın” diyordu. Sen sayfaları post-it’lenmiş bir Büyük Saat fotoğrafı koyuyordun, Cihat Duman sana “abi sen allahsın” diyordu. Siz birbirinizi histerik biçimde sevince iyi de, biz birbirimizi sevince mi batıyor? Sana mı soracağız kimi seveceğimizi, kimi nasıl ne zaman alıntılayacağımızı? Nerdeyse “mail kullanmayıp kendi aralarında mentionlaşarak haberleşiyorlar herhalde” dedirtecek kadar görünürlüğe tapınan adamlar söylüyor bize bunları. Bizi Ciddiyet Delileri diye suçlayan adamlar şimdi bizden ciddiyet bekliyor. Kendi imgesinin esiri tipler, Türk şiirinin ilk sit-com şairleri.

Şiirde itibar yönetiminin öncüsü sensin
“İtibar yönetimi” diye bir şey var, iyi bilirsin. Bunu içimizde ilk sen kullandın. Akif Kurtuluş’tan Enis Batur’a, oradan Murat Belge’ye, Orhan Koçak’tan Osman Konuk’a gitmediğin kapı kalmadı, eline ne geçti? Tam bu koşuşturma sırasında kendine bir paralel evren yaratıp Karayazı’da herkesi imzalamaya çağırdığın bir de antikariyerizm manifestosu yayımlayacağını duyurmuştun hatırlarsan. Sen böyle “konformizm”di, “güçsüzlüğü övmek”ti filan deyince komik oluyor, baştan tırnağa konformist ve güç istenciyle dolu bir adam söylüyor bunları. “Kimsesizlerin kimsesi” olmayı da översen laf koleksiyonunu tamamlamış olacaksın.

Andersen’den masallar
Bazen senin harikalar dünyana imrenmiyor da değilim, bunu da itiraf edeyim. Sana kalırsa, dünyanın en iyi dergi editörü Adalet Çutsay. Neden? Senin bir dosyanı okumuş da “Şunları çöpe at, bu kalsın vesaire vesaire” demiş. (Bunu yazmıştın bir yerlerde.) Dünyanın en önemli dergisi Edebiyat Dostları. Neden? İlk şiirlerini orada yayımladın. Hadi gençken ya da sıcağı sıcağına öyle değerlendirdin, aradan yıllar geçti Bay Köhne. İnsanda biraz izan olur. Edebiyat Dostları dediğin dergiyi ben sana anlatayım bir denklemle: Edebiyat Dostları = Akif Kurtuluş. Ki Akif Kurtuluş da Edebiyat Dostları’na gelmeden Akif Kurtuluş olmuştur zaten. Akif Kurtuluş’u çek çıkar, Edebiyat Dostları’ndan geriye ne kalır? Bir de ilk sayılarda Yalçın Küçük girip çıkıyor. Bu kadar. Ne kalmış oradan? Radikal Ankara temsilcisi Murat Yetkin mi? Edebiyat Dostları’nın yetiştirdiği şairleri Natama’ya davet etsene: İbrahim Baştuğ, Enver Topaloğlu, Kemal Durmaz vs. İyi kötü yine bir tek seni çıkarmıştır o dergi. Sakın o yüzden dünyanın en unutulmaz, bugün bile değerlerine bakarak hiza alacağımız dergisi olmasın? Şimdi de Natama, Türk şiirine makas değiştiren dergi olacak galiba. Ama bunları boşa anlatıyorum, sen böyle solipsist bir harikalar dünyasında yaşıyor, etrafına da bu masalları anlatıyorsun. Bilmiyorum kendine söylediğin yalanlara etrafını mı inandırıyorsun zamanla, etrafına söylediğin yalanlara kendini mi? Türk şiirinin en hakkı yenilmiş savaşçısı, en büyük mağduru, en prensip sahibi şairi, devrik kralı. Elbette güçsüzlüğü övüyor. Andersen’den masallar. 

Liyakat dilenmek mi demiştin, pardon?
Böyle bir yazıyı baş tacı eden zekâya seslenmek beni sıkıyor. Ya, hadi her şeyi geçtim, Berkin Elvan’ı paravan etmek nasıl bir utanmazlıktır. Liyakat dilenmek mi demiştin, pardon? 160. Kilometre’yi nerdeyse Berkin Elvan’ı öldüren polis yerine koyarken, kendini de Berkin’in cenazesini tek başına kaldıran vatan şairi filan sandın galiba. Ne acıklı, samimiyetsiz tırmalamalar bunlar. Bari kötülüğünü Berkin’le maskeleme, çık sahiplen kötülüğünü, hani güçsüzlüğü, öfkeyi filan övüyormuşsun ya, o hesap, kötülüğünle de barış.

Sen bir şeyi zararsızlaştırmadan sevemezsin 
Yalan yok, bir süredir eğlendiriyordun beni. En son Turgut Uyar’ı zararsızlaştırma gayretini (radikal mastektomi mi demiştin?), Turgut Uyar’ı Turgut Uyar yapan özellikleri soğan soyar gibi soyup elinde cücük kalışını, bir şairi ancak zararsızlaştırarak sevebilişini acımayla karışık bir gülümsemeyle okumuştum. Ha, Turgut Uyar’ı seksist bulduktan sonra umarım “seni penisimden yarattım, kıpırda” gibi kendi dizelerine de el atarsın. Erkeklikle şarj olan şiir tutumuna da.

2000’lerin en çok kazanmak isteyeni 
Mesele basit, sen 2000’lerin en çok kazanmak isteyeni ve aynı zamanda en çok kaybedenisin. Olmuyor tabii, hem kekeme şiiri ortaya at, sahipsizliği savun, hem de “bıçakla koçak bir Orhan bakışlarını yere eğmişse” diye güzellemeler yap. Kendi iddianın altında böyle böyle kendi kendini ezdin. Başka kimsede kabahat arama.

Bir söz de Natama’nın afacan aynştaynlarına








Sosyal medya şampiyonları olan sizlerin “ilkeli eleştirili” ilişkilerinizi görmekten içim dışıma çıktı. Valla, bizim şiirler size, sizin şiirler bize geçse, Taksim’de sallandırmıştınız bizi. O şiirlerinize rağmen ağzınız bu kadar iyi laf yapıyor, sonra reklamcı olan biz oluyoruz. Reklamcılık bir ruh halidir, o da sizde doğuştan var maşallah. Cihat Duman’ın ayak tabanından nasıl menemen pişirdiğine kadar her şeyi naklen izliyoruz.

Daha kendiniz hakkında bir fikir sahibi olmaktan âcizsiniz. Örneğin Cihat Duman, Mehmet Davut Özdal’ın mizahı kullanarak hazır dile konduğunu sorguluyor. Yahu senin varoluş temelin mizah, ne diyorsun, bak şu konuşana. Hele 2000’leri tahlil etmeye çalışan Davut Yücel’in Türkçesine ne demeli: “... görsel şiir, heyecanını yitirmiş, kösnül bir hal aldı bugün.” Kösnül derken? Ya kösnülün anlamını bilmiyorsunuz ya da görsel şiir “heyecanını yitirmiş, erotik bir hal” almak gibi anlamlandıramadığımız bir şeyi başardı bugün. Yazık, sözlük al şu çocuklara, istersen bizim reklam ajansından gönderelim.

Sana ayrılan sürenin sonuna geldin
Ali Özgür Özkarcı 3 yıl önceki bir tartışmada senin gibi birine “Bir şiire ancak bir şiir kan kusturabilir” demişti. Sen de bunu anlayamayanlardansın. Seninle aramızda nesnel bir fark var: şiirimiz. Sen bir edalı arabeskçi oldun çıktın. Şiirde karşı olduğumuz her ne varsa onun modifiye halini temsil ediyorsun. Bu halinle (ya da bu halin yüzünden) bir de durmaksızın birilerine hınç ve haset duyuyorsun. Senin için yapabileceğimiz hiçbir şey yok, seninle son konuşmamı da burada bitiriyorum, şimdi gerek tenbelheyven’den gerek “Ah o tasarım nedir/Mutlaka okunmalı” tadında övgüler düzdüğünüz derginden saldırmaya başlayabilirsin. Ama artık şunu bil Bay Köhne: sana ayrılan sürenin sonuna geldin.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yücel Kayıran’ın Hesap Hatası* / Ali Özgür Özkarcı

Yücel Kayıran, Radikal Kitap’ın 4 Kasım 2011 tarihli 555. sayısında Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham kitabının üzerinden birtakım değinilerde bulunmuş. İlk önermesi, Parçalı Ham’ın Efe Murad’ın H’aki Atak ve Sistem kitapları dolayımında Enis Batur’un Opera kitabının olanaklarından yararlandığı yönünde. Bakalım, gerçekten de öyle miymiş?

Opera, 80 sonrasının kült metinlerinden biri, tipik bir Büyük Modern anlatı. Büyük-Tarih anlatısı değil, mikro-tarih anlatısı. İçinde İkinci Yeni de var, İsmet Özel de. Özel, hırçınlığıyla, kollarında parti pazubentiyle, “kent” şiirini ve Attilâ İlhan “flaneur”lüğünü dönüştürürken dönemin ruhunu yansıtmıştı. Batur ise Özel’in tam tersi bir yerden; 48 Manifestosu’nu saf kitap olarak görerek, 90’lardaki bütünlük ideolojilerinin bittiği zannıyla, karşımıza “küçük anlatı-küçük tarih” anlatımıyla çıktı. Şüphesiz ki bu da çağın ruhuna epey uygundu. Hem ulusallık yergisi hem de “devlet baba” karşıtlığı bağlamında, kendine kadar gelen çizgiyi Opera ile dönüştürdü. Turgut Uyar “Bir Kantar Memuru İçin İncil” gibi şiirlerinde yahut Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda kurguladığı, İncil’den, Tevrat’tan çıkardığı retorik ve söylev gücüyle yeni bir imkân açmıştı. (Bu kanaldan ayrıca İsmet Özel’in şiir dili de beslenmiştir). Opera da buradan imgeci mikro-kozmos şiirini çıkarır. Opera’nın kutsal kitap retoriğine yatkın dilinin, mikro-tarih anlatısıyla başka bir yöne kaydığını söyleyebiliriz. Opera, yayımlanışından geriye, son 40 yıllık Modern Türk şiiri macerasını toplayabilmiş “cins” bir kitap. Ama her açıdan, modernizm tarihindeki o büyük ve tek olan “Kitap”a ulaşma itkisinin dışında değil. 80 sonrasının “yüce” modernizm külliyatını Enis Batur’un dirilttiğini anımsarsak, durumu daha iyi anlarız. Ahmet Güntan ise “Hangi modern?” sorusuyla, bu büyük “Kitap” yalnızlığını I. Modern olarak adlandırdı ve I. Modern’in şekil değiştirerek süregiden bir Mallarmé moderni olduğunu ileri sürdü. I. Modern’in (Mallarmé, Valery, Haşim vb) rüya dilinin kendi dönemi için önemli olduğunu ama hedeflediği Büyük İma’nın bugün büyük bir ideolojik aygıt olduğunu savundu, karşısına, Türkiye’de 2000’lerde başladığını vurgulayarak, Büyük İma’dan çıkmak, sert somuta dokunmak isteyen II. Modern’i (Pound, Ferlinghetti vb) koydu. Enis Batur İkinci Yeni şiir deneyiminin üzerinden giderken, Ahmet Güntan İkinci Yeni’nin getirdiği anlam genişlemesinin artık hayatta karşılığının bulunduğunu söylüyor. Ayrıca, Güntan şiiri mikro-tarih anlatısıyla konuşmaz, tam aksine, iki kekliği anlattığı şiirinde olduğu gibi “sıradan” olanı anlatmayı yeğler. Somuta bakar. Şiirde “göz” uzvunu meşrulaştırır. Dışarı çıkar, bakar, şiiri öyle kurar. Bu durumu, Kayıran gibi, “Parçalı Ham kırk parçadan oluşuyor, aynı formatta kırk parça daha yazılır” diye yorumlamak, “Memleketimden İnsan Manzaraları yüz sayfa daha devam edebilirdi” demek gibi bir şeydir, boş laftır, “teknik”ten bihaber olmayı gerektirir. Güntan, II. Modern olarak adlandırdığı bölgenin şiirini arıyor. Parçalı Ham’ın, I. Modern’in son 40 yıllık şiir deneyimini sentezleyen Opera’nın “uc”u olarak yorumlanması çok ilginç. Kayıran’ın her iki kitabın poetik olarak tam ters istikamete yöneldiğini anlayamaması düşündürücü.

Gelelim Kayıran’ın Parçalı Ham’ın uluslararasılaşmış steril dünyanın şiiri olduğuna dair önermesine. “Ontik” şiir de böylece devrimci oluyor herhalde. Son 50 yıldır imaj çağı bütün sanat disiplinlerini etkiliyor, TV dili buradan çıkıyor, tüketim toplumu bunun üzerine şekilleniyor. Ama Güntan’ın “somutluk” önerisi, nedense, uluslararası iktidarla elele olabiliyor. Asıl uluslararasılaşan şiir, müphemliktir. Bunu tersine çevirmeye gayret gösteren güçlü bir dalga vardır, ancak bugün Kayıran’ın içinden geldiği imgeci-tinsellik egemendir. Bugünün görsel temaşa evreninde, imgeci şiir yazmak uluslararasılaşmış dile yakın durmaktır. Her şeyin kodlardan ibaret olduğu bu dünya, imge ve İma üzerine kuruludur. Kayıran’ın dil sürçmesi tam burada. Bir kere “ontik” şiir, her şeyi; ifadeyi, dili şiirin “geleneksel” ölçütlerinden kavrıyor. Yani lirik-imgeci yahut mistik şiirin kanon halini önemsiyor. Bu nedenle de Kayıran şiiri dünyadaki genel eğilimle bitişiktir. Kayıran, bu gelenek içinde kendisine ayrı bir parantez açmak için, “ontik” adlandırmasını bulmuşa benziyor. “Ontik” şiir, kent dışı bir noktaya gelmeye çalışıyor. Romantik bir açı yakalıyor, (“Devrimci” romantik değil sadece romantik) Ama geldiği yerde, nerdeyse son kırk yılın kültü olan “derin şahsiyet, bilge kişilik, güçlü adam” sarmalında ifade olanağı buluyor. Kayıran, çoğunlukla ideolojiyi belli edecek “gerçekçilik” araçlarını değil, müphemi önemsiyor. Buradan da şiirlerindeki “ideolojiyi” görmemizi istiyor. Kusura bakmasın, bir şey göremiyoruz. Kayıran’ın biçimsel arayışlardan yoksun olması da cabası. Ayrıca Kayıran’ın şiirlerinde yeni bir persona da yoktur. (Personası olanları da, Haydar Ergülen örneğinde olduğu gibi, iktidar istemekle suçlamıştı.)

Son olarak, yazıdaki bir hesap hatasına değinmek gerek. Yücel Kayıran’ın Kritiğin Toprağında kitabında, Opera ile ilgili şu ifadelere rastlıyoruz: “Enis Batur’un asıl atılımı ve buluşu Opera’yla değil, Gri Divan ile ortaya çıkar.” (s. 117-118). Madem Opera değil de, Gri Divan önemliydi, bu yaygara niye? Asıl buluş ve olanaklar Opera’da yoksa, nasıl bugünü belirliyor? Keşke Kayıran’ın kafa karışıklığı sadece bundan ibaret olsa. Kayıran, son 10 yılda olanlardan o kadar bihaber ki, merkeze oturttuğu Efe Murad’ın Haki Atak kitabının tarihini 2005 olarak gösterebiliyor. Oysa kitabın tarihi 2008, yani Güntan’ın manifestosundan sonradır. Her sabah başka bir taktiğe bürünmek zor olmalı. Kayıran’ın bu seferki taktiği belli: Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını Efe Murad’a, Efe Murad’ın girişimini de Enis Batur’a dayandıracak, suyun başındaki kitap da bizzat Kayıran’ın görece önemsiz atfettiği bir Enis Batur kitabı olacak. Bu arada, Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını önceki şiirlerinden tam bir kopuş olarak niteleyerek, Parçalı Ham’ı sadece bu sözde poetik silsile ile ıskartaya alacak. Her şeyden önce, Güntan’ın İlk Kan (1984) kitabındaki son şiirin son dizesine baksaydı, pekâlâ Güntan’ın bugün geldiği noktanın, organik bir yer olduğunu görebilirdi. Ne diyordu Güntan, İlk Kan’da: “Evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin!” Ahmet Güntan’ın iddiasını Toplu Şiirler’inden yalıtmak kadar, “50 yaşında bir manifesto kaleme alması, biraz tuhaf[tır]” deyip sorgulamak da gerçekten “tuhaf”. Modern Türk şiirinde kararları Yücel Kayıran mı alıyor? Kayıran kendine güvensizliğinden olsa gerek, bunca zayıf bir yazıya cevap verme ihtimali olanlara da “mürit” deyip, aklınca ringe çıkmamayı garantilemek istemiş. Kayıran fütursuz bir biçimde “Steril Edebiyat Cumhuriyeti”ne esas duruşta bulunuyor. Hem Altın Portakal’lısın, hem Radikal’li, hem Birikim’lisin hem de Hürriyet Gösteri’desin. Sonra çıkıp “Oralarda bir iktidar mı var?” diyeceksin. Ne âlâ memleket! Poetik Anlayış Topluluğu (PAT) tanımlamasına da gelelim. Dada, Sürrealistler, Rus Biçimcileri, İkinci Yeni vesaire. Bunlar nedir? PAT’a ilk kez mi tanık oluyor Kayıran? İkinci Yeni’yi alalım mesela, bir örnek şiir yazmamışlardır ama ortak kesenler vardır yazdıkları şiirde, bu da onları PAT yapar. Kayıran’ın önerdiği yeni bir şey yok. Kayıran, şairin “ucube özerklik” sevdasına gönül koyduğu için “topluluklar”dan filan anlamaz. Sakın bu hezeyan Yücel Kayıran’ın şiiriyle getirdiği teklifin, bu topluluklar tarafından kabul görmemesinden olmasın. Şurası kesindir, Kayıran bu çelişkilerle dolu yazısıyla “işini bilmeyen kasap”lığa terfi etmiştir. Hayırlı olsun.


*Bu yazı, 16 Kasım 2011 Tarihli BirGün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Nisan 2011 Pazar

ERHAN ALTAN’LA SOMUT ŞİİRDE DEFORMASYONUN İŞLEVİ ÜZERİNE BİR KONUŞMA

Somut şiirdeki deformatif özelliklerin kazanımları, tüm edebiyata, diğer türlere yayılabilen bir zihniyet yenilenmesi sağlayabilir mi?

Somut şiir, dilin somut, yani maddesel yanını öne çıkarttığı, yani sözcükleri seslere veya harflere dağıttığı için böyle olmayan bir şiire göre daha deformatif bir görünüm arz ediyor ama bu böyle olmak zorunda değil. Heimrad Bäcker örneğine baktığımızda somut şiirin tam tersine klişeleri çözücü yanıyla daha önce gerçekleştirilmiş ve klişe halini almış deformasyonu ortadan kaldırıcı bir işlev içinde de olabildiği görülüyor. Ama daha ileri gidilerek deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir. Ancak somut şiir, belli dilsel ve edebi kullanımlara karşı çıkışı ile en az tüm diğer akımlar kadar deformatif tabii ki.

Somut şiirin kazanımlarının tüm edebiyata yayılmasından önce dilin kendisine yayıldığını görülüyor. Somut kullanım içermeyen bir reklama rastlamak zor hale geldi, büyük insan kitlelerinin bulunduğu havaalanı, gar gibi yerlerde kullanılan işaret dili (gate/peron levhaları, tarifeler vs.) hep somut şiirin türevleri. Gündelik yaşamda, zaman kısıtının olduğu yerlerde bu tür kullanımlar yaygınlaşıyor. Dolayısıyla denilebilir ki, Eugen Gomringer’in, somut şiirin gittikçe rasyonelleşen bir dünyaya uygun bir kullanım olduğu öngörüsü tutmuş görünüyor. Türkiye’de ise kendi edebiyat geleneğine dair öyle “koruyucu” ve kendini dışarıdan gelecek etkilere karşı sürekli uyararak “kendi” kalmaya çabalayan bir tutum vardı ki, şiir bu gelişimleri genelde sadece seyretmekle yetinmek zorunda kaldı. Gerçeklik denen ele avuca sığmaz kurgu sürekli bir optimizasyonu gerekli kılıyor ve biz bu konudaki dilsel esnekliğimizi arttıracak her bilinçli deformasyona müteşekkir kalabiliriz.

“Deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir.” dediniz. Bu tespitinize katılmakla birlikte, mevcut şiirimizin (şüphesiz belli bir entelektüel seviyedeki şairler kapsamında konuşuyorum) “koruyucu” olmaktan çok yön tayini konusunda “kararsız” olduğu yorumuma ne dersiniz? Gomringer’in öngörüsüne de atıfta bulunarak düşünürsek, sizce Türk şiirinde cesaret sorunu yaşanıyor mu?

Bilemiyorum. Koruyucu ile kast ettiğim dönem 2000 öncesi son otuz yıldı. 2000’lerle birlikte birden buzların eridiği fark ediliyor ama bu bir kucaklaşma değil tabii ki. Otuz küsur yılık bir muhafazakârlığın etkisini bir çırpıda atmak olanaksız. Eski koşullandırmalar hepimizin içinde bir yerlerde duruyor. Diğer taraftan, yapılması gecikmiş bir sürü şey de diğer yanda duruyor. Buna son dönemde birden gelişen deneysel şiirin sevindirici çeşitliliğinin yol açabileceği şaşkınlığı da eklerseniz bahsettiğiniz yön yitimi kendiliğinden anlaşılır, hatta beklenilir bir durum olur. Bunun sonucunun da bazı şairlerde kararsızlık olarak ortaya çıkması son derece muhtemel bir durum. Buna karşın Ahmet Güntan’ın otuz yıllık birikimini bir kenara atıp yepyeni bir şiire yönelmesi umutlu olmamız gerektiğini gösteriyor. Deformasyon sanıldığının aksine sanatta/edebiyatta her dönem vardı. Denilebilir ki, eşik altı bir kıpırdanma her zaman mevcuttu. Modern dönemleri geleneksel dönemlerden ayıran deformasyonun varlığı değil miktarının artmasıydı. Bu sanata bakışta yapısal bir değişikliğe yol açmak zorundaydı, öyle de oldu. Uzlaşımın (konvansiyon) yüksek dozu demek olan düzeni yansıtan ve üreten geleneksel sanatın aksine modern sanat, meşruiyetini düzeni çoğu kez can alıcı yerinden deforme ederek/ettiği için elde etti. Bunu yol açan karmaşıklaşan ve akışkanlaşan yaşamın, artan bir biçimde esnek, sürekli oluş halindeki yapıları öne çıkarmaya başlamasıydı. Denilebilir ki, İkinci Yeni’ye kadar şiir anlaşılabilir, takip edilebilir bir çizgi üzerinde ilerledi. Şiirde bütün’ü İkinci Yeni imha etmişti ama buna rağmen şairler arasında en azından bu eylem temelinde bir birlik vardı. Oysa şimdiki durumda (ki bu İkinci Yeni’den bir sonraki aşama demek oluyor) artık çok soyut bir ortak paydaya sahip bir şiirle karşı karşıya geliyoruz. Bu yeni durum: daha otonom, bireysel bir ahlaka sahip kendi içinde tutarlı bir şiir. Eh bu ise gerçekten cesaret gerektiriyor.

Dilin hem akustik hem de optik işaretler kullandığını, somut şairin ise bu işaretleri “işaretlerin kendilerini ifade aracı” olarak da kullandığını biliyoruz. Sizin deyişinizle bu, “şiirin görsel ve işitsel sınırlarına doğru genişletilmesi“ni sağlayacaktır. Peki, size göre, bunun şiirde anlamın geliştirilmesi için ne gibi bir yararı olacaktır. Veya “anlamın geliştirilmesi” bir sorunsal olmaktan tamamen çıkarılmalı mıdır?

Yeri gelmişken söyleyeyim: Somut şiir başka, görsel ve işitsel şiirler başka şeyler. Her somut şiir görsel (veya işitsel) şiir olmak zorunda değil ve her görsel şiir de somut şiir olmak zorunda değil. Somut şiirin malzeme olarak bazen metnin kağıt üzerindeki görüntüsünü kullanıyor olması yanlışlıkla görsel şiir olarak anlaşılmasına yol açıyor. Temsil sözcüğü görsel/işitsel şiir ile somut şiiri birbirlerinden ayıran çizgiyi çiziyor. Buna veya “somut” olan ve olmayan görsel şiirleri birbirinden ayırıyor da diyebiliriz. Görsel, işitsel veya kalıpsal olabilen somut şiir, dilsel malzemeyi kullanır ancak bunu dilin içinde kalarak, dikkati dilin kendisine veya düşünme süreçlerine yönlendirerek yapar. Somut şiir temsil etmez, referanstan (gönderge) uzaklaşır. Dolayısıyla gönderge, görsel ve somut şiiri birbirinden ayıran ölçütü oluşturur. Örnek vermek gerekirse, Gerhard Rühm’ün yasakmeyve’deki söylesisinde belirttiği gibi, Reinhard Döhl’ün elma sözcüklerini elma görüntüsü verecek şekilde dizdiği şiiri, görsel şiirdir ama somut şiir değildir, çünkü eser elmanın temsil edilmesine yöneliktir, bundan bağımsız metinsel bir varlık içermemektedir. Anlam deyince ne anlıyoruz? Anlamayı mı, gerçekliğe göndermeyi mi, mesajı mı, kolay anlaşılırlığı mı? Bana herkes başka bir şeyi kastediyor ama sanki aynı şeyi anladığımızı zannederek konuşuyormuşuz gibi geliyor. Somut şiir her şeyden önce şiiri üretmeye ve alımlamaya yönelik elimizdeki teknik araçların artışı, yeni projeksiyon alanlarının doğuşu, dilsel ve şiirsel tazelenme olanağı ve anlamın ortaya çıkış koşularının da incelenmesi demek (Bu arada söylemek lazım: bu teknik araçlar aslında hep vardı, ama ara sıra bunu unutup tekrar anımsıyoruz). Böyle bakınca somut şiir anlam üretiminin ta kendisi gibi geliyor bana. Bu sınır ötelemesi, Heinz Gappmayr ve S.J. Schmidt’e göre poetik bir aydınlanma işlevi görür ancak böylesi bir aydınlanmanın sonuçlarının diğer şairlere nasıl etkidiği kolayca gösterilip kanıtlanacak bir olgu değil. Ama gittikçe hızlanan, akışkanlaşan, sivilleşen bir dünyanın yeni yapılara, yeni anlamlara gereksinim duyduğu aşikâr ve somut şiir de bu gereksinime verilmiş kocaman bir yanıt.

Rühm, sözünü ettiğiniz söyleşisinde kendi yöntemlerinden söz ederken “ilk yapılması gereken duyarlı bir biçimde malzemeye yönelmektir” der. Ayrıca “kişilik öne çıkarılmamalıdır” der. Ardından da “somut şiir politiktir” diyor. Bunları açmanızı, özellikle “politik oluş”un çerçevesini kısaca belirlemenizi rica etsek.

Somut şair sayısı kadar farklı yönelim nedeni var belki. Franz Mon ve Helmut Heißenbüttel için somut hedef, kalıplaşmış dilsel kullanımı kırmaktı. Heißenbüttel, II. Dünya Savaşı sonrasının Nazilerce kirletilmiş dilinden kurtulmak istiyordu ve bu olanağı eğretileme (metafor) içermeyen somut şiirde buldu. Onun için bir arınma olanağıydı bu ve malzemeye yönelim kuşkusuz temiz bir başlangıç sözü veriyordu. Ernst Jandl, somutlarca eleştirilmesine karşın somut şiiri, dış gerçekliği anlatmada kullanmış, bu anlamda tamamen saf olmayan bir somut kullanım da geliştirmiştir. Bu girişimin başarısı somut şiirin sunduğu deformasyonun, dönemin II. Dünya Savaşı’yla yüzleşemeyen ve Holokaust konusunda ifadesini bulamayan bakışındaki yabancılaşmayla örtüşmesindedir. Bäcker ise bambaşka bir yerden gelir. Bilgi taşısa da artık duyarlık, kavrayış taşımayan klişeleri, dilsel kalıpları kendine bir somutluk alanı olarak seçer. Bu klişeler ki, Holokaust vahşetini uygulayıcılarına hissedilmez kılmış, onların, mekanizmanın uslu birer dişlisi olarak işlemelerini olanaklı kılmıştır. Vahşet de, iktidar da dille kurulur, Bäcker’in somut şiiri bu mekanizmanın nasıl işlediğini, klişeleri deşifre ederken sadece somut şiirin politik olabileceğini değil, politik şiirin nasıl yazılacağını da ulaşılması zor bir emsalle gösterir.

Okuyucudaki zihinsel klişelerin yıkılması açısından somut şiirin işlevlerine dair neler söylersiniz?

Birçok büyük klişe de dâhil olmak üzere, klişelerin ve uzlaşımların (konvansiyon) neler olduklarını bulmak, tanımlamak dilde ve sanatta hiç de kolay değil. Birçok pratik iletişim bunlar üzerinden işliyor, binlercesinin, milyonlarcasının içinde yaşıyoruz. Ancak uzlaşım, çoğu kez deformasyonla fark edilebilen bir olgudur, deformasyona uğrayana kadar doğallık zannedilir. Diğer yandan deformasyon ise sadece uzlaşımla tanımlanabilir, ancak onu bozarken görülebilir. Yaşamı sürekli bir hareket hali olarak tanımlarsak uzlaşmak ve bozmak birbirlerinin ikiz kardeşleri olmak zorundalar. Bu bakışın şiire ilk izdüşümü, şiirin ne olduğu konusundaki uzlaşım ve bunun deformasyonu olur ki, somut şiirin ilk işlevi burada, beraberinde getirdiği konstelasyon, tipogram, ideogram, liste vs. gibi metin türleri ile kafamızda kemikleşmiş mısra düzeni dışındaki metinlerin de şiir olabileceğini göstermesi olarak ortaya çıkar. Bu anlamda hem şiire alan açtığı hem de şiirle gündelik hayatta karşımıza çıkan metinler arasındaki keskin ayrımı yumuşattığı söylenebilir. İkinci izdüşümü şiirin kendine konu edindiği dilsel kullanımlar ve bunların gerçekliğe yaptıkları göndergeler hakkında olabilir. Somut şiir, dili bir bütün olarak değil de neredeyse yapı taşları halinde ele aldığı için klişe gibi kompleks yapıların şiire girişini zorlaştırır, ya klişe dışı kurgulara yönelir ya da klişenin kendisini saldırı alanı seçer. Diğer yandan, dil-gerçeklik bağını kopardığı, dil-içi bir konumda seyrettiği için dikkati hem dilin kullanılışına hem de im-gönderge ilişkisi üzerine yöneltir. Edebiyat türleri içinde dilin kendisiyle en haşir neşir olanı olan şiir, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine ister istemez en çok kafa patlatmak zorunda olanı. Somut şiir ise, kendisine dilin maddesel yanını ve dilin kendisini konu edinmesi nedeniyle dil üzerine, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine düşünmemizin, gerçekliğe dair zihinsel klişelerimizden ve yanılsamalarımızdan kaçınma mücadelemizin hiç bitmeyecek sisyphus çalışmasına uygun olanaklar sağlıyor.

(Hece Aylık Edebiyat dergisi, Erhan Altan-Hayriye Ünal söyleşisi, Aralık 2007)

28 Şubat 2011 Pazartesi

İLK ve SON

Son günlerdeki kahpece saldırılar hakkında ilk ve son kez yazıyorum. Neden ilk ve son? Bunu anlamamak için gerçekten de internetten çakmamak gerekiyor. İnternet adeta bir kara delik. Onunla kavga edilmiyor. İnternet çıktı; herkes şair, herkes yazar, herkes faşist, herkes solcu. Birbirini asmak kesmek serbest. Bu yüzden bir kere söz almak kafi, sürekli cevap vermekse nafile görünüyor. Neden ilk ve son? Neden bir hiddet, bir öfke bir kere yumruğunuzu salladığınızda yavaş yavaş azalması gerekirken, bir türlü “boşalma” sağlamıyor. Çünkü eğer fırsatçılık söz konusuysa, hiddetin, öfkenin, salyanın önünü alamazsınız. Özellikle son günlerde Ömer Şişman bahsinde gelişen olaylar, yapılan yorumlar bu fırsatçılığın bir göstergesi.
Bu yüzden ilk ve son rötuş.
Çünkü tartışılan hiçbir şey yok, sürekli demagogları dinliyoruz. Hiç fırsat kaçırmıyorlar, hemen her şeyin üstüne atlıyorlar. Bu iş fırsatçı röntgencilerin önünde olunca maalesef bu hale geliyor.

Nazmi Cihan Beken - Denge Esentürk

İkisine bir başlık yeter. Cihan’ın karışıklıktan hoşlandığı kesin. Kendisi heves’in son sayısında yapılan oturumdan uyduruk bahanelerle ayrılmasına rağmen; söyleşmeye dahi yanaşmadığı kimi arkadaşlarını müthiş bir hızla tavlamışa benziyor. Cihan her “iktidara karşıyım”, “kavganızı sikeyim” dediğinde, ben “hepinizi yerim” diye anlıyorum. Kimin kimi yiyeceği... işte orası başka mesele...
Artık eminim, Cihan feci şekilde kariyerist. Her kariyerist gibi, yanağını kim okşarsa, onu seviyor. Cihan’ı hiç inandırıcı bulmuyorum. Haklı bir yanı da yok. Ona destek verenleri de anlamıyorum, destek çıkmalarına neden olan argümanları da. Mehmet Davut’un videosuna bakınca, orada Cihan’a bir sataşma görmüyorum. Vaka, Cihan’ın canı istediği zaman, herkesin onu mahvetmeye yönelik komplolar yaptığına dair histerisi. Cihan’ın bu kadar kendini önemli hissetmesi, beni hiç ilgilendirmiyor. Ortada da öyle bir şey yok zaten. Sadece 22 yaşında Mülkiye’de okuyan biri. O kadar. Neticede her ikisinin kitabı da bir ay içinde pan/heves’ten çıkacak. Sırf bunu hatırlayınca bile, Cihan’ın Mehmet Davut Özdal’la kavga ederken konuyu çektiği yeri neden ciddi bulayım?

Denge ise bloga cevap hakkı için geldi. Oysa ona önceden bloga gelmesi teklifi yapılmıştı. Kendisi vakitsizliği öne sürerek reddetmişti. Kararına saygı gösterdik. Ama kendi kuşaklarından bir arkadaşı oturumlarıyla ilgili bir laf söyleyince cevap hakkı için hemen vakit bulabildi sağolsun. Ömer meseleyi önce kendi aralarında halletmeye çalışmalarını, akbabaların kapıda beklediğini söylemiş üstelik. Netice; Mehmet Davut bir açıklama yapma, ek yazı yazma gereği duymamış, Denge de cevap hakkını kullanmış. Bir de pişkinlikle, horoz mu dövüştürüyorsunuz diyor. Ulan o zaman niye bloga girip cırmalamaya çalışıyorsun. Horozluğa niye bu kadar talipsin. Cihan da sen de ezberden konuşuyorsunuz. Siz her iktidar dediğinizde; benim açımdan hiçbir şey anlatmış olmuyorsunuz. Yazdıklarınız başka konuşuyor, ağzınız başka. Çünkü bir şeye inanmadan, iktidara karşı olunmuyor. İki kere iki dört. Allah yolunuzu açık etsin!

Hakan Arslanbenzer

Sonunda büyük balığa gelebildik. Arslanbenzer, Mümtaz’er Türköne gibi bir şey. Her şeyi bildiğini sanıyor. Sorunları sürekli burjuva siyasetine tahvil etmeden, onunla benzeşim kurmadan halledemiyor. Türkiye’yi hâlâ 28 Şubat’ta politikayı bıraktığı yerde sanıyor. Bıraktığı yer diyorum, çünkü Arslanbenzer siyaseti, politikayı 28 Şubat’ta bırakmış gibi görünüyor. “Kırmızı şerit-mütedeyyin halk” ayrımı. Bu ayrım Arslanbenzer’in hoşuna gidiyor. Bunu da Tayyip’ten öğrendi herhalde. Tayyip’in işine yarıyor diye kendisinin de işine yarayacak zannediyor. Sürekli iki kutup üzerinden inşa ediyor söyleyeceklerini.

Burjuva siyaseti mi demiştik? Otuz senedir kâr sahiplerinin yarattığı plütokrasinin bazılarının hoşuna gittiği belli. En başta Arslanbenzer bu göreve talip. Yani arkasından büyük kitleler koşturamayacaksa da, bu yolda mahallesinin çöplüğünde ötmek istiyor. 28 Şubat’tan bu yana yürütülen laik/anti-laik; sahildekiler-iç bölgelerdekiler ayrımını edebiyata uyarlama gayretinde. Arslanbenzer’in siyaset görgüsüne bakınca, yazdıklarının bir iflasa dönüşmesini doğal karşılıyorum. Arslanbenzer illa ki Mehmet Barlas’ın karşısına Emre Kongar’ı oturtacak. Politikadan anladığı bu kadar. Popülizm sosuna bulandırılmış kovboyculuk. Slavyonofillikten aşırma halkçılık tedrisatı. Ne hoş. Sıkışınca “Ben Müslümanım” diye sıyrılıyor. Bana mı Müslümansın, bundan bana ne?

En feci yanılgısı ise, kendisini herkesten hesap soracak bir iktidar zannetmesi. Malum trafik polisi ya da ne bileyim şişman savcı edası. Yok Kitap-lık’a neden şiir gönderdiniz yok bilmem ne. Arslanbenzer bizim sana verecek bir hesabımız yok. Sen bir otur bakalım yerine.

Arslanbenzer, doğru söylüyor, onu tanımıyorum. Ama tanışmadan bakınca, Mecidiyeköy’de metrobüs zamları protesto edilirken, kültür ofislerinde yapılan halkçılık anlaşılmıyor. Bütün bunlar olurken; gençler, kadınlar orada dayak yerken, Arslanbenzer ofisinde “Oğuz Atay insan sever miydi, sevmez miydi” sorusunu tartışıyor. TV’lere filan çıkıyor.

Madem sermaye ile işbirliğinden bahsediliyor;

-Arslanbenzer çıktığı TV kanalının hangi kredilerle, hangi iktidar yalakalığıyla varolduğunu hiç soruyor mu kendine? Yoksa, Arslanbenzer AKP’nin hormonlu TV’lerine çıkınca bunun adı halkçılık mı oluyor?
-Ömer Şişman dergilerden dahi çekildiğini söylemiş önceden (o üzerine balıklama atladığın Murat Yalçın’la çay içmişliğinden de önce!); ama bu da Arslanbenzer’i kesmiyor. Sahi sen bizi kesiyor musun Arslanbenzer? Sen kırmızı halıda halkçı bir adamsın tabii. Davet edildiğin Cumhurbaşkanlığı köşkünden mi söylüyorsun bunları bize? Sen de hemen defans yapma şimdi, “Orada kendimi savunmak için, kendi düşündüklerimi iletmek için vardım” diye, ya da “Pembe incili kaftan meselesiydi” diye. Sen kralın dizinin dibine gelmişsin, ne yapsın senin dediklerini... Köşke çıkmak ne zamandır halkçılık oluyor. Sen en iyisi mi kırmızı halıda Derya Önder’i de tak koluna, hadi koçum herkes kendi yoluna!
-Mart 2003’ten beri (94 sayı) Tayyip’in aylık bültenini yayımlayan, AKP’ye ajanda hazırlayan kim? Arslanbenzer&Safi’nin Büyükharf Yayıncılık’ı!
-Ciner Grubu’nun sponsorluğunda “Yoksulluk ve Sanat” Eserleri Müzayedesi düzenleyen kim? Elbette Arslanbenzer&Safi! Yoksulluk ve Sanat Müzayedesi! Vay, süper! Yoksulluğun müzayedesi nasıl oluyor acaba? Popülist kültürün tohumları böyle mi atılıyor? Yoksulluk Müzayedesi’ymiş... “Sanat baygınlığına son” diyordu di mi Arslanbenzer?
-AKP iktidarında, Kültür Bakanlığı’na “Yirminci Yüzyıl Türk Şiiri”, “Süsleme Sanatları Katalogu” vs en az 7-8 yayın hazırlayan, Diyanet Bakanlığı’na “Anadolu’da Kültür ve İslam Medeniyeti”, Ulaştırma Bakanlığı’na “Demiryolu Sevdalısı Mustafa Kemal Atatürk” (paranın gözünü seveyim, kime neyi yaptırıyor!) kitaplarını hazırlayan kim? Arslanbenzer&Safi!
-Türkiye Yardımsevenler Derneği’nin “Yardımseverler” dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü kim? Eren Safi! Yayın danışmanı kim? Hakan Arslanbenzer! Yardımseverliktendir herhalde buradaki katkıları da. Yardım dostları sizi!
Atladıklarım, gözden kaçırdıklarım da vardır
.
(Bütün bunlar için bkz. buyukharf.com.tr)

Sıkıştığında esrariliğe sığınan bir yüksek ahlak çıtası koy ortaya; sonra her önüne gelenin ahlakını sorgula, ama AKP’yle akçeli işler yap! Vay be! Ondan sonra da Eren Safi millete “kariyerci, ajansçı vs” desin. Ajansın kralını kurmuşsunuz; kendinizden bahsediyorsunuz herhalde. Şimdi Arslanbenzer bana “devleti kapitalistlere tercih ederim” ayağı yapmasın, Ciner grubunun sponsorluğunu hatırlatırım!

Arslanbenzer herkesin dergisi hakkında saçma sapan konuşmayı kendine hak sayıyor; ama,

-Hazcı dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; Murat Menteş gelmiyor nedense aklına. (Sonra da “daha çok patlağınız çıkacak” diyor. Gel de gülme. Murat Menteş’ten Hakan Şarkdemir’e kadar bir dünya adam nereden, kimin koynundan çıktı?)
-Liberal dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; taraf’gir Cihan Aktaş gelmiyor nedense aklına.
-Cahillik dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; ama Melek Arslanbenzer’in Mehmet Öztek hakkında anarşist (anarşizan) şair deme bilgiçliği, düzyazı çocukluğu olarak geçiyor kayda. Kavramları bilmeden konuşana ne söylenebilir.
-Konformizm dendi mi, hemen heves diye bağırıyor; ama Eren Safi şiirinde türkleri blackberry ile dağa çıkmaya çağırırken, halkın bağrından kopan şair oluyor.
Bunlara ancak Türk Halk Konformizm Ordusu denebilir. Heves’in şairleri bir dergide şiir yayımlayınca sermaye-banka uyumuna tâbi oluyorlar, ama Arslanbenzer Kültür Bakanlığı’nda ihale kapmak için sıraya girince “halk için” yapmış oluyor. Kılavuz gibi “snob” bir dergi, fayrap’ın siyasi şiir için düğmeye basması oluyor. Sola küfretmek için, klasik Jakoben karşıtlığını, sol-liberal argümanları kullanıyor. Bunları bu memlekette gerçek namusun “sol” olmasına katlanamadığı için yapıyor. Sonra soruyor “Türkiye’de Kültürel İktidar Solda mı” diye... Yok sağda mı? Diyelim ki sağda. İşte “senin sağının” iktidarı böyle oluyor. Vicdan, namus hak getire... En fazla iktidarın yalakası olup, Çankaya köşküne çıkmak oluyor.

Bunun için de vesayet rejiminden başka karşı çıkacak bir şey bulamayanların ağzıyla konuşuyor. Bu bakışıyla, bu pratiğiyle fayrap dergisinin bakış olarak “birikim”den farkı yoktur. Birikim de yeni solculuk, yeni devrimcilik, yeni Marksizm çerçevesinde esip gürlüyor ama sokağa çıkmayan her siyasi hareketin nafile olduğu tarihin bir yerlerinde yazıyor işte. Tarih çocuğu olduğunu söylüyorsun, bunlara da bakarsın artık.

Şimdi olayı bir özetleyelim:
Arslanbenzer fayrap blogunda “heves muhalif mi” diye saçma sapan bir yazı yazdı. Ömer cevabını verdi. “Ercu’yu yemleme” dedi.
Aradan iki aya yakın bir süre geçti. Ben burada “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisiyle ilgili bir şey yazdım. Hakan Arslanbenzer yazıyı ben yazdığım halde sanki Ömer yazmış gibi üstüne atladı, “Ömer Şişman şöyle demiş Ömer Şişman böyle demiş...” diye. Ben o zaman dedim, aha bu adam Ömer’i kafaya taktı bu sefer, gözü kararmış, yeni hedef Ömer. Daha sonra düzeltti gerçi, ama halen yazının bir yerinde Ömer Şişman diye duruyor. Böyle gözünün önündekini doğru okuyamaz adamla muhatap oluyoruz maalesef. Ya da bilinçaltı devreye girmiş mi demeli?
Aradan biraz daha zaman geçti. Derya Önder twitter’da iki twit girdi. Aslı Serin, ona bir cevap verdi. Sonra ben de verdim.
Arslanbenzer bu olaya da sazan gibi atlayarak bir yazı yazdı ve konuyu Ömer’in iki ay önce verdiği cevaba getirdi. Yeni anlıyor herhalde dedik. Jeton çok geç düşüyor malum. Ömer’in yavşaklığı neymiş halen belli değil. Arslanbenzer önce Zekeriya Öz gibi yalanlarla girdi, sonra utandı ve yazıları kaldırdı, ardından da suçunu örtmek için Tayyipvari “biiiiiz ipimizi cebimizde taşıyoruz” söylemine büründü. “Ömer, Silivri’ye!” diye pankart da açarsa tam olacak!
En sonunda da işi Eren Safi’yle beraber cihat çağrısına kadar getirdi. Arslanbenzer şunu bilmeli; puştluğun müslümanı hıristiyanı, ortodoksu hanifisi olmaz.
Konunun kitap-lık’ta şiir yayımlama meselesi olduğunu sanan geri zekâlılar var mı bilmem. Koç grubuyla işbirliğiymiş. Korsan Miting’miş. O lafa itirazın vardı da neden iki ay yutkundun Arslanbenzer! Sen bize hesap soracağına AKP’den cukkaladıklarının hesabını ver önce!
Ömer Şişman’a on sene sonra yavşaklık ve dalkavukluk payesi verilmez. Cihan’ın frankenştayn olduğunu bir saniyede çıkaran, cin akıllı olduğunu iddia eden biri, bir adamı on yılda tanıyamadım ayaklarına yatamaz. Belli ki bu bir taktikti. Konjonktür değişti. Fes düştü. Bize ne senin kiminle ittifak edip etmeyeceğinden.
Madem dalkavukluktan bahsediyoruz, Ömer’in iki satırlık yorumundan çıkardığın bu sıfat; fayrap dergisinde “Ahmet Güntan’a doğum günü armağanı” yapan sana; Güntan’a oturum düzenleyen sana, çok daha fazla yakışıyor.
Aynı şekilde vaktiyle Osman Konuk’un da üstüne titriyordun. Sonra baktın onu gönlünce kullanamıyorsun, adam kullandırmıyor kendisini; fayrap blogta Osman Konuk aleyhine bir yazı yazdın. Niyetin herhalde kamuoyunu yoklamak, kendi cephende Osman Konuk aleyhinde bir rüzgârın tohumlarını atmaktı. Nabızları yokladın. Ama sonra o yazıyı da kaldırdın tabii. Biliyorsun ki Osman Konuk’la çarpışmak senin haddin değil, çünkü ilk fırsatta harcanırsın!
Bunları insanları manipüle etmek için yapıyorsun tabii. Yapılan haksızlığın Ömer Şişman’a mahsus olmadığı da ortada. Ama neden Ömer Şişman? Ömer’in yazdığı iki kitaba bakarak söylüyorum bunları. Zor geliyor, paçalar sıkıyor. Arslanbenzer’in Ömer’e yaptığıyla; Onur Caymaz’ın Ahmet Güntan’a söyledikleri arasında hiçbir fark yok. Senle Caymaz sütkardeşisiniz, orası belli. Gelelim işkembe kardeşin Eren Safi’ye... Ne yalan söyleyeyim, Safi’den ne zaman bir şeyler okusam, bir barda bir elini bara dayamış konuşan bir adam beliriyor gözümün önünde. Seni gidi Clubber İslamcı seni. Bar fedaisi kılıklı heriften cihat çağrısı... gülünç... ne menem bir postmodern zırvalığa düştük yarabbim... Eren Safi bundan daha üç ay önce, “Ömer’e bir şey söylenmişse tartışmayalım, hatta direkt dövelim” gibisinden yazıyordu. Şimdi ne değişti de Safi, “Profesyonel mazlumlar beni ilgilendirmez,” diye caka satmaya başladı. Siz iki işkembe iş kardeşinin “profesyonel dönek” olduğu, ayan beyan ortada.

Peki, esas soruya gelelim: Hakan Arslanbenzer kime konuşuyor? Bütün bunları kime anlatıyor? Heves’i sevmeyen dünyanın geri kalanına heves’in Koç yalakası (?) olduğunu anlatmak değil herhalde derdi. İçimizden bazılarını yolumuzun yol olmadığına ikna edip kendi yoluna kazandırmak da değil herhalde. Ne kamuya ne bize konuşuyor. Kime konuşuyor olabilir? Elbette kendi omuzdaşlarına. Eren Safi ne demiş: “ben müslümanım. hakan arslanbenzerle de kardeşim. bir kafir veya kafirler varsa çevrede bilelim. bizzat kabak gibi oyacağımıza şerefim üzerine yemin ederim. ben müslümanım ama işte vıkvık, diyenlere de söylüyorum çenenizi kapatın. hakanın koyduğu hüküm sondur, kesindir.” Üç kuruş politika bilen, politik okuma yapabilen biri içerdeki genç subayların rahatsız olduğunu ve bu sözlerin onlara yönelik olduğunu anlar. “Haksızlık edip etmediğimizi sorgulamayın lan, burada bir cepheyiz, biz müslümanız, onlar kafir” demeye getiriyor Eren Safi. Çatırdayan, çöküş içersindeki örgütlerdeki klasik söylem biçimlerinden biri; solda da sağda da nice örneği vardır. Böyledir. Örgütlerde, yapılanmalarda ajitatör bazen kadroya seslenir, “uslu durun” der. Arslanbenzer de sürekli mazlum edebiyatı yapıyor, bunda da “Müslüman olmak” analojisi yapmadan edemiyor. Bir sonraki adım da cihat çağrısı oluyor. Mevzu nedir kendiniz bile bilmiyor, izah edemiyorsunuz. Yok biz çok şişiniyormuşuz da, ben ben ve den den diyormuşuz da indirmek gerekiyormuş. Sanki yüzyıldır ben ben ve eren eren diyen Arslanbenzer değil! Şu yalandan suçlamalara bak. Duyan da sanki milli mücadele kahramanı Gazi Hakan Paşa sanacak. Sıkışınca işi “Vatan elden gidiyor”a çekiyor Arslanbenzer. Hakan Arslanbenzer “ağır müslümanım” da demiş. Aslı’nın belirttiği teşekkürleri, tebrik telefonlarını kabul ederken de ağır Müslüman mı acaba? Hakan’ın mantalitesine göre; Ömer de Ergenekon sanığı gibi bu durumda. Günlerdir ardarda yazılara, bütün o suçlamalara sebep olan şey neymiş belli değil. Kitap-lık’ta şiir yayımlayan arkadaşlarını onaylaması ve kendisinin de şiir gönderebileceğini belli etmesi mi? Korsan Miting benzetmesi mi? Güldürmeyin Allah aşkına. Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham’ını övmesi mi? Yapmayın Allah aşkına. Ömer farklı cephelerden gelip birbirinizden nefret etseniz de saldırmakta ittifak kurduğunu söylüyor, bunu da başka yere çekiyor Arslanbenzer. Ne yani, o saldırılardan sonra Derya Önder hapasa “harslanbenzer haklı” diye twitler girmemiş mi, Arslanbenzer tebrikleri kabul etmemiş mi, burası belli. Bu nasıl bir vicdansızlıktır, nasıl bir allahsızlıktır, anlayan beri gelsin. AKP’yle somut işbirlikleri yapan sen, Ömer’i sırf kitap-lık’ta şiir yayınlamayı onayladığı için Koç grubuyla işbirliği yapmakla suçla; Ömer seni bu saldırılardan ötürü Derya Önder’le, Serkan Işın’la çıkar ortağı sayınca olay olsun. Yok ya! Yok öyle yağma! Ömer’in bunca kumpas, bunca işbirlikçi haince saldırı karşısında yazdığı tek yazı “kayıp otoban”a bakın da utanın. Kendisine haftanın yedi günü fayrapblogta olsun facebook gruplarında olsun “yavşak, dalkavuk” diyen Arslanbenzer’e internetsemaları blogunda gelen küfürlü yorumları silen, modere eden Ömer’den iki gram racon öğrenin hiç değilse. Bakın ben de bu yukarıdaki satırlarda Ömer’in dalkavukluğunu yapmış oldum! :)
Böyle iyiyiz değil mi?

Ömer de tabii fazla iyi niyetli canım. Net olmaktan korkmadı, başına bela aldı! Deseydi şöyle “parçalı ham 2000’lerin en önemli şiir olaylarından biri”, kimse kıyameti koparmayacaktı. Ama yuvarlak konuşmayıp “2000’lerin en önemli şiir olayı” dedi. Sense cevabında “o da vardır bu da vardır” diye resmen geveledin. Neden bu net’liğe bu kadar hınç duydun.

Okuduğunu anlamaktan aciz Arslanbenzer şimdi de Erhan’ın ayrım gözetmeden ortamı eleştirdiği yazısını dalkavukluk telakki etmiş. Bu dinmek bilmez öfkenin, sinir krizinin, hezeyanın sebebi ne? Hakikaten merak ediyorum. Eren Safi “karşı taraf tırnaklarını kemiriyor” filan demiş. Burda tırnaklarını kemiren yok. Hayrola diyor, anlamaya çalışıyoruz. Sizin orda, içerde bir depresyon var gibi gözüküyor. Böyle bir saldırı tufanı olmasa üstüne düşünmeyecektim. Beni Fayrap’ın iç meseleleri hiç ilgilendirmiyor. Ben fayrap okuyorsam, üç kişi için okuyorum. Ali Akyurt, Fazıl Baş ve Mesut Bostan için. Varsa, Elyasa Koytak’ın ve İsmail Kılıçarslan’ın şiirleri için. Eren Safi’nin bir şiir yaşamı olacağından şüpheliyim. Arslanbenzer ise kendini “düzyazıya kaptırdı”. Yemezler. Arslanbenzer on yıldır şiir yazmıyor. Yazdıkları da ortada. Başarısızlığını “ben tezkire yazıyorum” diye yutturmaya, geçiştirmeye çalışıyor. “Benim şiirler fildişi kuleden tamamen indiğimin göstergeleri olarak okunabilir. Bunlara artık şiir gözüyle değil, bir tavsiye, bir dikkat çekme, bir tezkire olarak bakılmasına razıyım. Bir etkileri olacaksa, sanat baygınlığı içinde olmayacak.” diyor. Allah Allah, Arslanbenzer durduk yerde Parçalı Ham manifestoyu niye özetledi ki diyor insan! “Sanat baygınlığı yok” dediği şiirin dizeli şarkı sözü olması da başka bir hadise. Sonra da utanmadan sıkılmadan, “on yıl sonra görüşeceğiz, birebir markaj” diyor. Randevu talebini yazdık bir tarafa, koçum. Hakan Arslanbenzer’in on yıl önce bir şiiri vardı, bugün yok. Bugün sadece konuşuyor. On yıl sonra ne olacak? On yıl sonra da halen konuşup konuşmadığına ve şiire tekrar kavuşup kavuşamadığına bakarız. Şimdi sen her zamanki demagogluğunla bu AKP işbirlikçiliğinin filan hesabını vermeden cımbızla bir şey çekip oradan yazarsın cevabını. Yaz. Biz senin, içinde bulunduğun örgütü hayatta tutmak, iç hesaplaşmalardan kaçmak, o hesaplaşmaları unutturup erteletmek için kurnazca ortak düşman yaratma oyunlarına, ana muhalefet arayışlarına güler geçeriz. On yıl sonra görüşürüz. Yalnız unutma; bir şiir ancak başka bir şiire kan kusturabilir. Markaj mı dedin, elinden geleni ardına koyma! On yıl sonra görüşürüz atlı kovboy. Hadi Gül’e Gül’e.

dostumun düşmanı düşmanımdır.

Burada ne yazarsak  yazalım Hakan cephesinden "yavşak" geleceğe benziyor. Hakan bizlere yavşak dedi diye de birileri sevinecek, teşekkür edecek, arayacak falan filan. Bu işlerin hep bir arkası varmış demek. Arkaları sevmiyorum. Mehmet Davut'a onları yazdıran arkayı da sevmiyorum mesela. Cihan'ın delirme ve delirtme potansiyelini de hiç sevmiyorum. Erhan'a da  katılıyorum, Denge'nin sorumlu arama çabaları yersiz. Blog açtık, buyrun dedik. Ne yazacağınıza da mı karar vericez. Geçelim.

Şarklı mıdır, kasabalı mıdır, köylü müdür bilmem ama dostumun düşmanı düşmanımdır.  Ömer'e kitaplık'ta şiir yayımladığı için yavşak diyen Hakan Arslanbenzer'in Allah yolunu açık etsin. Bunu  kitaplıkta şiir yayımladım aa bak bana da yavşak diyor edasıyla yazmıyorum.  Ömer'e yavşak dediği için yazıyorum.
Oldukça kişisel bir ileti oldu. Olsun.



27 Şubat 2011 Pazar

Hırgür

Bir hırgürdür gidiyor.
Bir tarafta şiir üretimi var, diğer tarafta yeni şiirin yerine oturtulması çabaları. Bu ikincisi önce yeni şiir değil de şairlerin yerine oturtulması çabasına dönüşüveriyor, ardından da şairlere oturtulması çabasına. Argümanlar da hızla nesnellikten kişisel saldırılara kayıyor. Dergilerde, bloglarda, yıllıklarda, kitaplarda.... Kimi kabaca yapıyor bunu, kimi araya sıkıştırarak. Diyebilirim ki yapmayanı çok az.
Tüm bu çaba tabii ki edebiyat tarihine biçim vermek ve onun içinde de yer almak için veriliyor ama uzaktan görünen sadece bir toz bulutu ve enerjisini bu yolda heba eden insanlar. İşin tuhafı bol miktarda enerjisini buna harcayıp üretim yapamayan ve tam da bu yüzden edebiyat tarihinde yer alma şansını azaltan şairler var ortalıkta. Üretim yapamadığını bu yolla kapatmaya çalışanlar ayrı. Ve ayrıca bu kavgalı ortamı kendi basit siyasi ve/veya narsist çıkarları için kullananlar. Yeteneksiz futbolcu faul yapıyor, eh hele böyle ortada hakemin de bulunmadığı, daha doğrusu hakemin en aşağı bir on yıl sonra geldiği bir durumda...
Genç kuşağın düzeysizliği veya cahilliği gibi açıklamalar olguyu açıklamıyor, sadece düşünceyi tıkamaya yarıyor. Evet, galiba eskiden kavgalar daha argümanlı ve düzeyli imiş. Örneğin bakıyorsunuz, İkinci Yeni’ye saldırmayı kendine iş edinmiş Asım Bezirci, her ne kadar sabit fikirli ve dar bakış açılı olursa olsun genelde savlarını kanıtlarla desteklemeye özen göstermiş ve kendisinin başkalarına karşı kullandığı deyimiyle çelebi bir insanmış. Attila İlhan’ı kendine özgü bir fenomen olarak kapsam dışı tutarsak gerçekten de saldırılarda pek bel altı vurulmamış gibi görünüyor. Peki ama ne oldu da bu durum değişti? Her şey kötüye gidiyor türünden kültür kötümseri açıklamaların bir işe yaramadıklarını biliyoruz. Bir başka olası açıklamayı: bir biçimde gençlerin dizginleri ele aldıkları, ancak bizdeki gibi tartışma kültürünün de eksik olduğu bir şiir ortamında, baş edemedikleri enerjilerinin sonunda bu saldırganlığa yol açtığı türünden diğer bir prefabrik açıklamanın da bence bir geçerliliği yok.
O zaman soruyu şöyle sormak gerekiyor bence: Nedir genç şairleri böyle gergin yapan?
Belki tepki çekeceğim ama benim aklıma bir otorite, bir makam eksikliği geliyor. Kastettiğim tabii ki devlet baba gibi bir otorite değil ama karşı çıkacak, onun tarafından ciddiye alınıp etkilenecek ve karşı çıkarak da olsa (ve farkına varmadan) onun tarafından da biçimlenilecek bir otoritenin, makamın eksikliği. Şiir, siyaset ya da din gibi sistemler tarafından belirlenmiyor artık. Sanat o hep hayali kurulan özerkliğe kavuşmuş durumda. Reddedilecek bir gelenek de pek kalmadı ortalıkta. Ve bu, birbirimizi yememizle sonuçlanıyor. Çünkü sanırım yine de biçimi ne olursa olsun bir makama gereksinim duyuluyor.
Bu şuna benziyor: Bir biçimde gerginsinizdir. Evde ayakkabınızı rahat bağlayabilmek için cep telefonunuzu koltuğun kenarına koyarsınız, ama o orada durmaz ve yere düşer, siz de sinirlenip ona söylenirsiniz. Telefonunuzun bundan ders çıkaracak hali yok ama size de kızgınlığınızı yöneltecek bir makam lazım. Benim açıklamam böyle. Eğer doğruysa, bu, bu şekilde tatmin edilemeyecek bir gereksinim maalesef.
Oysa: 2000’lerin ilk on yılındaki yeni şiir hamlesiyle (heves, ücra, poetikhars):
1) buzlar eridi, daha öncesinde linç edilmeye mahkum şiir ve sairlere tutucu şiir kamusu bir iki homurdanma dışında ses çıkarmadı;
2) korku aşıldı, bu dönemde oldukça cesur girişimleri oldu;
3) her türlü deneye girişilebilineceği görüldü ve önümüzde olası bir dünya açıldı.
İşte tam bu noktada parmaklar üretime değil de kavgaya gidiyor. Ortalığı kaplayan toz bulutu görüşü daraltıyor. Halbuki dilin ve şiirin önünde henüz incelenmemiş büyük nadas alanları var. İkinci Yeni’den beri fazla bir şey yapılmadığı için dil ve şiir bütün bu potansiyel bereketiyle öyle kenarda durmakta. Kastettiğim, dil araştırmalarının ve şiirin büyük geçmişinin bir otorite olarak alınması, mücadelelerin bu soyut ve nihai yapıya karşı verilmesi.
O gürültü patırtı her zaman hiç olmamış gibi kaybolup gidiyor, geriye verilen eserler kalıyor. Ve o eserlere ihtiyacımız var.

26 Şubat 2011 Cumartesi

nasrettin hocayı ilk kez ata bindirdim